Derin Su masalı

Derin sularında, birbirinden güzel renkte, görülmeye değer canlıların olduğu bir okyanus varmış. Tabii, bu mistik okyanus da Kaf Dağı’nın ardında ya da Simurg’un kanatlarındaymış.

En derin, en kuytu köşelerinde bu okyanusun; birbirine sevgi dolu yürekleri ile bağlı deniz kızları, kral babaları ile yaşarlarmış. Bu birbirinden güzel kardeş ve babalarının komşuları da keşfedilmemiş, can alıcı güzellikte renkleri olan balıklar, istiridyeler, deniz atları, ahtapotlar ve natilüslermiş. Barış dolu, sevgiyle, dostlukla sarmalanmış bir hayatları varmış. O kadar ki, güneş ışınlarının inemediği bu derinlikler; bu canlıların ışıltılarıyla aydınlanır, renklenirmiş. Bilmezlermiş renksizliği, kendi renkleri o denli canlı, saf ve büyüleyiciymiş ki!

Prenses deniz kızı kardeşler, güzelliği ile meşhur sesleri ile şarkılar söyleyerek gezinirken bu ışıltılı sularda, batık bir geminin biraz uzağında ama onun bir parçası olduğunu da duruşuyla hissettiren bir amfora görmüşler; bir kısmı toprağa gömülmüş, bir kısmı toprağın yüzeyinin üzerinde olan. Şaşkınlıkla birbirlerine bakarlarken, küçük prenses merakla yaklaşmış bu kendi dünyasına göre alabildiğine renksiz, şekilsiz testiye. Daha önce hiç görmediği bu nesneyi ilgiyle incelemeye koyulmuş. Amfora konuşuyormuş adeta güzel kızla. Sanki onu buraya taşıyan süreci anlatıyormuş kıza. Kendisini yapan ellerin maharetini, elemlerini, aşklarını, gemiye konuşunu, oradaki insanları, batışı ve bu derin sulara gömülüşünü...

Kızı bir düşüncedir almış. Merak eder, görmek ister olmuş amforanın geldiği yerleri, tanımak istermiş onun yapan elleri, buraya gelmesine sebep olanları. Küçük kara balığın öyküsüne benzermiş bu noktada hisleri, bilmek, görmek, sınırlandırılmamak, öğrenmek hep öğrenmek. Hayaller kurar, biraz olsun yakalamaya çalışırmış bu renksizliğin rengini. Kendi dünyasının saflığı, canlılığı hiç umurunda değilmiş artık. Yemez, içmez olmuş, çok sevdiği şarkılarını bile susturmuş, gece gündüz amforanın yanından ayrılmazmış.

Kardeşleri, Kral babası, diğer birlikte yaşadığı tüm canlılar çok üzülürlermiş bu hale. Üzerine titredikleri, biricikleri efsunlanmış gibiymiş. Ne yapsalar da bilmek, gitmek istediği o dünyanın zalimliğini, zorluğunu, karmaşıklığını anlatıp onu bu akıl almaz efsundan kurtarırız diye düşünür durur olmuşlar. Derken bilge Deniz atının aklına, kendilerinin bile girmeye cesaret edemediği kuytularda yaşayan ateş kırmızısı rengindeki şifalı balıklar gelmiş. Söylenen oymuş ki her türlü efsuna, kara sevdaya, hummalı düşünceye iyi gelirmiş bu balıkların rengi ve nefesi.

Haber salınmış, tüm ateş balıkları yola çıkmışlar, bu güzel sesli, güzel bakışlı prensese yardım edebilmek için. Duymuşlukları varmış deniz kızının eşsiz güzellikteki sesini ve haliyle üzülmüşler, istememişler bu sesi bir daha duyamayacak olmayı... Çok geçmeden varmışlar deniz kızının yanına.

Günlerdir yemeden, içmeden, batığın ve amforanın yanından ayrılmadan, öylece hülyalı hayallere dalan deniz kızının gözleri, kendisine yaklaşan parıltıdan kamaşmış, yaklaştıkça ateş balıkları, başarmışlar o büyüleyici renkleriyle güzel prensesin dikkati çekmeyi, merakı ve gözlerindeki ışıltı yerine gelmiş, adeta balıkların her solungaç harekinde yeniden doğuyormuş güzel kız... Derken balıklar yaklaşmışlar iyice ve kız tam da bu anda eski, mutlu, ışıltılı gülen gözlerine kavuşmuş, o kadar başkaymış ki ateş balıklarının kırmızısı. Başarmışlar onu eski haline döndürmeyi.

Ulak balıklar bu kez muştulu haber için salınmış dört bir yana. Kralın kızının eski mutluluğuna ve ışıldayan gözlerine dönüşünün kutlanacağı şenlik haberiymiş yolculuk sebepleri. Duydukları bu güzel habere çok sevinen tüm canlılar, en parlak, en büyüleyici renkleriyle katılmışlar şenliğe. Dillere destan bir şenlik olmuş. Tüm deniz canlıları gelmiş ve güzelliklerini, ışıltılarını sevgili prensesleri için sergilemişler.

0 yorum:

Yorum Gönder