Yeni Yılın 46. Altı Dakikalık 15 Şubatı
Bir Pembe Küçük Kağıt'ın Bana Ettiği
Pembe, küçük kareli bir kağıt çıktı sevdiğim şiirleri, aforizmaları yazdığım defterlerimden birinin arasından. Kuvvetle muhtemel 97-99 yılları arasında okunmuş kitaplar, alınmış notlar. Sadece araksiyon- fraksiyon yazmışım notların altına. Ne düşünüyorduysam... Bir de "Athol Fugart- Sarı Sabır Çiçeklerinden Bir Ders" yazıyor. Gerçi bu da tiyatroya salınan sevdalı zamanları hatırlatmıyor değil, hummalı oyun okumalarını. Örtüşmüyor ama zamanlar, o zaman.
Seviyorum ömrümüze düşülen bu notları, beklenmedik bir anda beklenmedik bir sokağından çıkıyor hayat labirentimizin. Pencere açıyor o zamanki bize, algılarımıza, umurumuzdakilere...
Zamanını kestiremediğim hepitopu yarım karış pembe kareli penceremden Murathan Mungan kokulu sızanlar bu günüme:
"...Ateşin kendinden başka bir gerçekliği yoktur çünkü, hele bir güneş memleketinde.
Herkesin burun kıvırdığı, küçümsediği, yalnızca seçimlerde oyuna, mitinglerde sloganına gereksinme duyduğu küçük burjuva kızı ben susuyordum.
Biz her hesaplaşmasını içki masalarına erteleyen bir toplumuz. Zayıf anlarımızda içtenleşiyoruz çünkü. Güçsüz, yenik anlarımızda. Görüyorsun ya içtenliğimiz bile yenikliğimize bağlı.
Ne yazık ki hayatımız bir türk filmi kadar ucuz ve işporta malı olduğu için bu raslantı da çekilen acılar kadar gerçek.
Altında kalınan bir şimdiki zaman ne geçmişi taşıyabiliyor ne geleceğe uzanabiliyor.
İlişkileriniz eskitmeyi bilin çocuklar. Yıpratmayın sakın, eskitin yalnızca. Kimi insanlar vardır; ilişkilerini de her şeyleri gibi çabuk yıpratırlar. Her şeye rağmen tüketen insanlardır bunlar. Hızlarında öldürücü, tüketici bir yan vardır. Çabuk yemek yer gibi yaşarlar her şeyi."
Deniz Atı
Mücellâ içinden “Hay ben senin çenene be Şaduman,” diye geçirdi. Bir an, sadece bir an duraksamasa çıkmadan evvel, belki de o telefona hiç yakalanmayacak, merakına yenilmeyecek, eşine ithafen yazıp telefonun üzerine bıraktığı mektubu almayacak, ahizeyi hiç kaldırmayacak ve susturmanın mümkün olmadığı; evlenmemiş, müzmin bakire ortaokul arkadaşı ile konuşmak zorunda kalmayacaktı.
Şimdi al başına belayı. Şaduman’ın o kösnül, dedikodu şelalesi çenesi açılmış, hiç kapanır mı?
Suç biraz da o mektupta belki. Eşine yazdığı hani. Eş... Ne garip kelime. Sanki bir çift çorabız da... Evli çiftleri tanımlamak için başka şey bulamamışlar. “Yok tatlım, ben onun eşi değilim, şuradaki lacivert olanın eşiyim,” demek geldi içinden, Şaduman’ın uğultusu yankılanırken ahizede.
“Canım ya, fırında tavuk yanıyor,” yalanını söyleyip kapamıştı telefonu kapamasına da Sadık kapıda anahtarı döndürmüş,
“Hayatıım ben geldiim!” diye seslenmişti bile.
Sigara içtiği zamanların alışkanlığıyla mektubu pantolonunun arka cebine soktu. Bu evden, bu hayattan sadece bir yanını alıp gidecekti. Bavul, öteberi saklama hengâmesi ile uğraşmak zorunda kalmadı.
“Hoş geldin,” diyebildi. “Hoş geldin biriciğim!” derdi oysa. Bugün biriciğim çıkmadı. Yüreğinin bir yerlerinde hâlâ riya kokmayan kelimeler vardı.
“Ne güzel olmuşsun yine karıcım. Hazırlanmışsın madem, üzerimi değiştireyim, çıkalım.”
Yutkundu, kelimeler soluğuna gömüldü. Kolay olmayacaktı. İçindeki ağırlıkla daha fazla ayakta duramadı, tarihi yarımadaya nazır salonun -en çok özleyeceği- yeşil kadife koltuğuna bıraktı bedenini.
Bugün olmasını hiç istemezdi. Kim ister ki, dile kolay; yirmi yıl. Böyle bir gidişle üstelik. Ama Hikmet’ten ültimatom gelmişti:
“Ya bugün ya bugün. Biletler tamam, yarın akşam. Yok hiçbir yaftada bize yer, gitmeli, başlamalıyız yeni, rolsüz hayatımıza. Daha ne kadar insanların gözlerinin içine bakarak sürdüreceğiz yalanımızı, on beş yılda otuz yıl yaşlandık, atalım artık şu sırtlarımızdaki küfeleri, bizim olmayan elbiseleri; bize de yazık, Sadık’a da herkese de,” böyle demişti önceki gün görüştüklerinde.
İronik mi demeli, trajik mi...
Okul yıllarından Sadık’ın arkadaşı Hikmet...
Delikanlı, harbi Hikmet...
Tanıştıkları zamanlarda kaplan görmüş ceylan misali kaçarken, sonraları ateşe yanan pervane gibi etrafında döndüğü Hikmet...
Herkesin “birbirlerine kardeşten ileri” benzetmesi yaptığı Hikmet...
“Ne kolay oldu ki, bu olsun... Milyonda birlik bela, sektirir mi tabii ki bana isabet edecekti. İsmi de ayrı havalı. Oldum olası havalı kadındın sen kızım. Havalı, kadın, ben, sen. Asherman sendromu, peh, bir çocuk. Olsa fark eder miydi, bilmem, bugün bu mektubu yazmamış olur muydum? Ya da ya da çocuğum olmadığı için mi böyleyim ne ondan ne bundan... Biraz ondan biraz bundan... Neyse ne... Bir de bunlara kafa yoramayacağım.”
Sadık odada üzerini değiştirirken, alelacele Hikmet’e mesaj gönderdi Mücellâ:
“Çıkamadım, karşılaştık. İsmet Baba’ya gidiyoruz, ararım!” İsmet Baba. Başka neresi olacak ki. Orada tanıştık ya, tabii ki yıldönümümüzde de oraya gideceğiz, ne gerek var başka yere, sürprizsiz hayat; garanti, cepte hayat... Beyni uğulduyordu Mücellâ’nın bir susturabilse içindeki isyanları, insanları...
Beklemeye koyuldu karmakarışık ruh ve bedeniyle derli toplu salonda.
***
Sadık bir yandan giyiniyor, bir yandan sürprizini düşünüyordu. Sevinirdi herhalde hediyeleri görünce. Neye ne zaman ne tepki vereceğini kestiremez olmuştu iyiden iyiye ama buna kesin sevinir diye düşündü.
Tanıştıkları günü hatırladı, esrik esrik gülümsedi... Çıkardığı ceketinin cebinden biletleri alıp yeni giyeceği deri montunun iç cebine koydu... Giyine düşüne hazırlanmaya devam etti...
Pantolonunu. İsmet Baba’yı. İlk gençlik yıllarını. Gömleğini. Fakülteyi…
“Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman, ay bulutluydu, yakamoz deniz...”
Göz göze geldiklerinde, Mücellâ’nın soğan kabuğu rengi saçlarının bukleleri kalbine dolanmıştı.
Mücellâ da kayıtsız kalamamıştı kalbine çam kokulu şarkılar fısıldayan bakışlara. Hızla akmıştı hayatları birbirlerinin hayatına. Şimdinin kıyılarına gelmişlerdi kâh durgun kâh dalgalı...
Adını koyamadığı tedirgin anlar vardı ama Sadık’ın; son zamanlarda iyiden iyiye artan. Güzel güzel sohbet ederken elini saçında gezdirmeye kalksa birden bağrış çağrış uzaklaşabiliyor, iki dakika sonra munis bir kedi edasıyla gelip dizine bırakıyordu güzel başını.
Dolu gözleriyle özür diliyordu. Ne anlam vereceğini bilemiyor “premenopozdandır belki,” diyordu. Bazen “kadınları kim anlamış ki ben anlayayım,” klişesi yetişiyordu imdadına. Bazen de zihninin en kuytularından çıkan karanlık anılar vehmini artırıyor, yüreğini daraltıyordu. Asherman sendromu teşhisi, ardından işlerinin kötüye gitmesiyle, dipte olduğu günlerden birinde başlamış, aralıklarla iki yıl sürmüştü o Allah’ın belası ilişki. Vicdan azabı nüksediyor, beynini kemiriyordu böyle.
Belki sezmişti ya da öğrenmişti her şeyi. Yüz göz olmamak için lafını bile etmemiş ama unutamamış, eritememişti de içinde, ondandı belki karısının bu halleri. Savuşturdu kafasındakileri, salona yöneldi...
***
“Nerede kaldın be mübarek! “ diye geçirdi içinden Mücellâ.
Nihayet çıktılar evden. Bindiler arabalarına. Radyoda Dean Martin, That’s Amore çaldı yol boyu... Yol boyu hep sustular, çok sustular.
Biri yapacağı sürprizi, diğeri cebindeki mektubu ve Hikmet’i düşünüyordu. Nereye gideceklerdi birlikte? O iş bende sen merak etme. Peki.
Suskunlukları lokantadaki kendileri için ayrılan yere oturuncaya dek sürdü. Garsonun “Karar verdiniz mi efendim,” demesiyle elindeki peçeteyle oynayan Mücellâ kafasını kaldırdı ve lokantanın kapısında Hikmet’i gördü. Kızaran güneşle yüzü aynı rengi aldı. Sadık, yüzünde yansıyan ışık oyunlarının karısını nasıl da güzelleştirdiğini düşündü. Bir de onu ne kadar sevdiğini. Birer balık çorbası söylediler önden. Çorbasına tuz atmak için denizatı figürlü tuzluğu eline aldığı sırada sırf konuşmak olsun diye Sadık:
“Denizatları çiftleşince erkek hamile kalıyor biliyor musun, çocuğu erkek doğuruyor yani...” demesiyle yüzünde sözcüklerin donması bir oldu.
Bu söz tetikledi Mücella’nın yıllarca sustuklarını. Girişin hemen önündeki masada oturan Hikmet ile bakıştılar kısacık. Usulca çıkardı mektubu, masanın üzerine koyup Sadık’a doğru itti. Eline son bir dokunmayı geçirdi içinden, vazgeçti.
Gözlerini Sadık’ın kaşlarının altındaki iki kocaman soru işaretine baka kaçıra, “Doğru bulmasan da umarım anlarsın. Böyle olmaması için çok uğraştım, direndim. Ama ben de buyum ne yapayım,” diyebildi. Masadan kalktı Mücellâ, Hikmet de kalktı. Göz göze geldiler.
Bocaladı Hikmet de. Utandı, eline koluna dünyada yer bulamadı.
Ne olduğunu anlamaya çalışarak, masadan kalkan ve kapıya doğru yürüyen karısını takip etti şaşkın bakışlarla Sadık; önünde zarf, cebinde Mauritius biletleri kalakaldı.
Sevdiğine doğru hamle yaptı. Mücella’nın dur diyen sol eliyle mahcubiyeti dehşetli bir hayrete dönüşen Hikmet; elinde Mauritius biletleri öylece donakaldı.
İki adam hiç anlam veremedikleri bu gidişin gölgesinin ardından öylece bakakaldı...
Yeni Yılın 24. Ninesi
Yeşim "suyun çok fazla" diyor,"fazla duygusalsın, ateşinle, toprağınla dengelemen lazım." Sinemdeki onulmaz yaralara ateş neylesin, toprak neylesin.
Ne ki, derdimin dermanı huzurlu bir dünya...
Kimsenin babasının ateşlerde yanmadığı, kimsenin yavrusunun işkencelerde, gözaltılarda kaybolmadığı, kuyulara atılmadığı,hayatlarına beyaz çizikler atılmadığı, yüreklerde kağıt çiziği sızısının her acının yıldönümünde nüksetmediği, başındaki örtüden, yüreğindeki inançtan ya da inanmamaktan sebep kişinin dışlanıp, aşağılanmadığı, yargılamadan kabullere teşne, aymazlıklarına cümle algıyı dumura uğratan, duyan kulakları utançtan kıpkırmızı eden kılıflar uydurmadığı. Cumartesileri annelerin acılarını sessiz çığlıklara gömmediği, birbirlerinin yüreğinde umut yeşerttiği.. Güneşli güzel günlere Afrikalı çocukların saflığıyla elele ubuntu felsefesini içmiş koşmadıktan sonra kar etmez cümle ateş, toprak...
Umutluydum bu gün neşeli bir şeyler çıkacaktı, iki güzel insan bileşkesine gidecektim ardı ardına oysa, sabah Hazinem'i yolcu ederken de havayı, kışı koklamış ziyadesi ile bahtiyar olmuştum oysa ki...
Kısmet, değil ki pilot ismet...
Sahi sizin hiç babanız öldü mü?
Yeni Yılın 23. Altı Dakikası: On Beş
Tokat yolları taşlı
On beşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı...
Yok yok... On beşlik yeni yetmelerin, taze sevdalarla yaktığı bir türkü değil. Öyle eller havaya, hop hop yandan melodisi, acıya doymuş bu toprakların paradoksu...
Savaşın, kayıpların,ruh yangınlarının, çeresizliklerin, özelinde Hediye ve Hüseyin'in hikayesi. Cepheler emerken memleketin civanlarını, daha fazla asker, daha fazla can lazım olunca; yeni bir kanun çıkarılır. 1315 doğumluları da alacaklardır artık. Hüseyin ve Hediye yeni sözlenmiştir, yaza düğün edeceklerdir. Hediye'nin ellerini kınalara banacak, sevdiğinin koynuna yuvalayacaklardır. Naçar gider Hüseyin.Gün geçer, sene geçer, gittiği yollara yazmasının oyasına işlediği yaşları akıtır Hediye... Giden dönmüyor acep ne iştir! Köylerde sadece yaşlı erkekler kaldığından dağlarda eşkıyalar türer, aman vermez köylüye bu arada. Kızlarına kötü hal gelmesinden korkar ana babası. Hediye'yi verirler dört yıl sonra altmışında bir adama. Adam da bir seneye kalmaz verir ruhunu Azrail'e. Sahipsiz kalan Hediye'yi evini basan eşkıyalar dağ bayır dolaştırıp, kirli elleriyle birbirlerine sunarlar. Hevesleri geçince de bir cami avlusuna bırakırlar pejmürde..
Sekiz yıl sonra döner Hüseyin. Sorar soruşturur, kurşunlar bu kadar delmemiştir yüreğini..
Dedikodular sürmüştür Hediye'yi, ailesini memleket toprağından...
"Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden" Hediye'nin dilinden dökülmüş, toprağın bilgisine yazılmıştır.
Yeni Yılın 18. Altı Dakika Geleni - Annesi -
Yeni Yılın 17. Yaşı Kursağında Kalan Yavrusu
Erdal Eren'in Son Fotoğrafları Sonsuzluğa Taşıyan:Savaş Ay |
YAVRUM
Yeni Yılın 15. Kelimesi: Mutlaka
Mutlaka var, mutlak surette var, hep var... Doğum kadar sahi, gerçek, doğum kadar yoğun. Gelen tatmadan gidemiyor, yok ben kalayım almayayım da diyemiyor, gidiyor mecbur vakti gelen...
Emir’in anneannesinin cenaze namazı kılındı Kzıltoprak Camii'nde bu gün. Emir’in anneannesi... Benim anneannem on iki yaşımın buz şubatında gitti. Emir vardır nereden baksan kırk dokuz-elli...
En çok, annemden bile çok severdi anneannem beni, küçük aklımla inanır, bilirdim, böyleydi. Altmışında mıydı, altmış beşinde mi gittiğinde, hatırlamıyorum. Bilmiyordum ki yaşını(kendi biliyor muydu ki) hâlâ da bilmiyorum. Emir’in anneannesi doksan beşinde gitti. Çekmeden, çektirmeden, torununun çocuğunu öptü, kokladı, kâmını aldı şu yalan dünyanın da gitti. Dilerim; dileyen herkese nasib olsun.
Benimki; anlatılanlara bakılırsa zor yaşadı, hep zor. Kimseye yük olmadı yaşarken, sırtında taşımasına rağmen dünyayı. Ne de burnumda tütüyor şu ara...
Ölüm üzüyor elbet, gidenin yaşı ne olursa olsun. Bir kopuş var neticede, bir daha göremeyiş, koklayamayış , dokunamayış...
Üzüyor evet de; kimi ölüm üzüyor ama acıtmıyor...
Sonra, açılan örtü yüzü kara dilencinin...
Olmasa parası da vermese, hadi neyse. Aldıklarını görseniz, benden lüks yaşıyor, vermiyor paramı. Hani demişler ya “malım seni vereyim de mi kötü olayım, vermeyeyim de mi kötü olayım!” o hesap...
Bir de alay edercesine gelip bana anlatmaz mı sevgilisine aldığı Jean Paul parfümleri, birlikte gittikleri, tavlamak adına ısmarladığı kahvaltıları, yemekleri, adalarda modalarda gezmeleri... Salak n’olucak, salak...
Kandığıma mı yanayım, uykusuz, açbiil aç oralara yollandığıma mı...
Kös kös döndüm geliyorum eve, içimden de etme bulmaya dair ne kadar beddua varsa buluyorum küfür sosuna sunuyorum evrene götürsün o şerefsize iadesiz taahhütlü. Sunturluları sıralıyor yürüyorum öfkemden esrik, bacağımı bileğimden bir el kavramasın mı... Destur bismillah, tamam, tamam geri aldım bedduaları sayın evren.
Sen de nereden çıktın be kadın? Yere bağdaş kurmuş, kucağında bebesi, önünde çaprazlama ikiye katlanmış bir örtü.
-Allah rızası için, n’olur, şu yavruma acıyın, dilenci değilim, işsiz kaldım, ekmek param yok, evime dönecek param yok, hiç olmazsa bir yol parası Allah rızası için, Allah ne muradınız varsa versin!
Cebime attım elimi üç madeni, bir kâğıt... Hepitopu on üç lira... Vermezsem, bu gece de vicdanımın obsesyonundan ayaktayım biliyorum. Tereddütle aldım iki madeniyi elime, usul usul çıkarırken cebimden, önce uğultusu, sonra savurtusu geldi rüzgârın. Bir üfürüş üfürdü ki...
Sonra, açılan örtü yüzü kara dilencinin tüm foyasını meydana çıkardı. İlahi adalete olan sonsuz güvenim bir an olsun sarsıldığı için özürler aldı soslu bedduaların yerini...
Yeni Yıla Açılan Dokuzuncu Altı Dakika
Kendi kendine açılan pencereden, usulca içeri girdim. Kapısı açılmıyor hâlâ kilerin. Yutmuş mu ne anahtarını; bilmiyorum diyor, söylemiyor kimseye hiçbir şey. Kimse de, kendi de çilingir çağırmıyor, anlamıyorum. Allahtan pencere cüsseme göre. Hooop.. Kalkan toz kümesinden bir huzme burnuma haappşuu... Avucumda bir anahtar, koşuyorum kapıya occamın usturası var bir şey var arkadaş. Cık...Açmadı, anlamadım.. Karanlık desem karanlık değil, aydınlık desem hiç değil odaya göz gezdirirken köşedeki sarı sandığı gördüm, bomboş odanın en dip köşesinde.. Eğildim, anahtarı yuvasına yerleştirdim kuş figürlü sandığın. Bir iki sağa sola meylettiyse de açılmadı, zorladım biraz, hafif gıcırtıyla döndü yuvada anahtar.Acıyordu canı, acıyacaktı biraz daha, sandık iyice açılana kadar.Sandım ki sandıktan çeyizlikleri çıkacak eskimiş lavanta kokulu danteller, şallar, tülbentler.
Diyesim Geldi
Sadece hüzün, sadece yalnızlık ve sadece sessizlik olsa yürekteki adı yürek olmaz inan.
Diyalektiğine uymaz yüreğin. Dinamiktir yürek; hüzün de vardır, sessizlik de, yalnızlık da
ki lazımdır da. Öte yandaysa bir cocuğun gülüşünde, bakışında filizlenir yürekte
yangın, yaşama yangını, yaşama telaşı. O telaş da can verir in-sana-bana-bize.
Yırtar sessizliği çığlıklarıyla umut, yaşama istegi. Birbirlerinden beslenir,
birbirlerinin küllerinden doğarlar...