YAZILARIM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAZILARIM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Akıtma Romanda Bugün Söz Dizimi

  

  8 Kasım 2023
24 Rebiyülahir 1445
26 Teşrîn-i Evvel 1439
Çarşamba, 09.02

Hep yav defter diye başlamışım ben sana yazmalara. Yav defter, sen benim çantamda taşıyabildiğim hafiflikte, yolda, çarşıda, dışarıda imdadıma yetişen dünlüğümsün. 4 Ekim 2021 Pazartesi’de almışım seni. Emre ile yürümüşüz. O metrobüse. Ben Kadıköy yolcusu. Senden iki tane almış yeşil olanı Emreme vermişim. (Emre’m yazılışına karşıyım. Benim olan şey nasıl apostrofla ayrılır benden.) Sarısen bende kalmış. Çok yazmamışım ama sana. Yolda, orada burada, küçük çantaların defterisin sen çünkü. Seksen peyc notbuksun hepi topu ve bitmemişsin. Dedim ya yolluksun sen. Küçük çantaların sarıseni. Şimdi bilgisayara yazdığım bu satırlar sende yok. Pazartesi sana yazdıklarımı buraya aktarmak üzere girdim ve bu girizgâhı uygun gördüm. Senin için de bir sakıncası yoktur umarım sevgili sarıdünlük.
***

Yav defter diye başlamışım sana yazmalara hep. Dün podkestte İshak Reyna dedi ki “Türkçenin dilsel olarak iyi kullanımı, düzgün kullanımı siz Türkçe öğretmenlerinin işi (burada bir anısını anlatıyor konuşmacı, hitap ettiği Türkçe öğretmenleri kitlesi, yer bir dil bayramı şeysi podkesti -Ben Okurum Deniz Yüce Başarır- dinleyince boşluklar dolar) biz yayıncılar yani edebiyatçılarla meşgul olanlar için bunun bir önemi yok. Hatta biz bozarız onu. Yani yazarın üslubu bozar onu. Yazar kendi üslubuyla öyle bir gerçeklik, öyle bir Türkçe yaratır ki o zaten. O yazarın olur zaten. Dolayısı ile bir edebiyatçı için söz dizimine uygunluk birincil bir öncelik olamaz.”

Neticede yazanın oyuncağı nedir. (Cevabı bilinen sorular soru mudur ki “?” konsun sonuna.) Kelimeler. Onları hep kurala göre dizerse ne manası kalır oyunun. Düşün Legolarınla hep şato yapmak zorundasın kural bu. Ne sıkıcı. Seni kerata işine geldi di’mi. Tam senlik çünkü böyle hercai açıklamalar. ((ﻫﺮﺟﺎﺋﻰ) Hercai, Farsça: Bir şey üzerinde sürekli durmayan, sözünden, kararlarından dönüveren, sebatsız, kararsız -kimse-. Ama bu olmadı ki burada o zaman. Olsun ben, kural esneten anlamında koydum bu kelimeyi buraya.)

Teyze pek bir baktı. Çok mu ses çıkardım acep. Bu da kulağında kulaklık, kamuya açık yerde yazmanın, dinlemenin handikapı cicim. Türküye eşlik ediyor ve kendi sesimin desibelini duymadığımdan çevreye verdiğim rahatsızlığı zerre miskal işitmiyorum. Bu sesle. Hee, bu sesle. Seviyorum ne yapayım. Sesim güzel değilmiş, duyanın kulağına yazıkmış. Ne gam. Böyle yaşayanlar var biliyor musun. Evet biliyorum. Bazen maruz kalıyorum hatta kalıyoruz. Kulaklarında, kalplerinde, gözlerinde tıkaç. Kendinden başkasına hatta kendi sesine sağır. Neyse ya ben bunu demeyecektim ki. Git sesini eğit. Yav bi’ git yazacaklarımı karıştırma, unutturma bana zihin misin Hünkâr mısın nesin. Peki ama sen neden alttan konuşanın Hünkâr üstten yazanın Behiye olduğuna hükmediyorsun ki. Ya neye hükmedeyim. Şu hayatın kaymağını Behiye yedi. Acısını Hünkâr içti. Behiye en fazla aşk acısı çekti. Hünkâr öyle mi ama. Ay Behiye nasıl yorgun, nasıl ajite cümleler bunlar. Yav boş ver Hünkârım ben senim sen benim hepimiz benim. Sen olmasan ben olmazdım. Behiye büyümelerini, evrilmelerini sana borçlu. İyi ki varız hep bile. Dün anneme uğradık. Güzel, seni çok özledim. İki yıl oldu sade rüyamda gördüm. Kimbilir (Bu bence de bitişik yazılmalı, retorik sorular bitişin de yazılın!) daha ne kadar var vuslata. Anneme gidelim, uğrayalım falan diyorum ya Mehmet de öyle diyor. Annene uğrayalım geçerken. Böyle konuşuyoruz. Annemin yeni evi öyle güzel ki; ışıklı, manzaralı (Kök: Nazar (نظر) Bakış, bakma, göz atma. Oradan oluyor manzar: (ﻣﻨﻈﺮ) Görünen yer, görünüş. Sonra da oluyor mu sana manzara (ﻣﻨﻈﺮﻩ) Gözle görülen, bakılıp seyredilen yer, mevki. Göze hitap eden şekil, biçim, görünüş. Gel de sevme bu dili, dilleri…) manzaralı, şehrin en güzel yerinde. Tam da istediği gibi. Ne üzülmüştü önümüzdeki köşkvari ev yıkılıp da apartman olunca. Ana caddeye paralel yan cadde de olsa görünen yol, hareketliydi neticede geleni/gideni, geçeni/konuşanı boldu ve annem artık göremiyordu orada biriken hikâyeleri. Hikâyeli bir kadındı annem, hikâyeleri severdi. Bir alemdi, ince esprili, şen. Arkadaşlarım bayılırdı. Güldoş derlerdi. İstemediği şeyleri yaptığımda küsebilirdi bazen bana ama ne yapsın korkardı elinden kayıp gitmemden. Annelik böyle bir şey bebeğim hamurun kulak memesi kıvamını bulana dek korkuların sana olmadık şeyler yaptırabiliyor, içinden canavar çıkarabiliyor. Kendimden biliyorum.

Şimdi mesela şu geldiğim noktada cümlelerim düşük, devrik, girişiktir eminim ki. Serbest çağrışımla gelişine yazdım ve fakat diyebilir misiniz ki bu yazı olmamış. Diyemezsiniz. Ben de diyemem yar diyemem. Perişan bir metin değil çünkü. (Aferim bu sefer türkünün sözlerini iyi yedirdin metne.) Bir duygusu/derdi/meselesi var yani. Yazarken beni böyle ağlatıp pek çok âna, duyguya götürdüğüne göre bu metin bence oldu. Varsın sözü sırasına göre dizmemiş olayım. N’olur ki. Yani bu konudaki temel fikrim, temele gerek yok, fikrim demek yeterli, evet. Bence yazarın; bu söz diziminden haberdar olmak, bilmek şartıyla önceliği olmayabilir. Ne dedim ben. Yani ustama katılıyorum. Hadi ya. Şirin şey seni. İyi ki katıldın fikre değer kattın. Aşk olsun. Demek istiyorum ki bu fikre ilave ile. Evet yazan kişinin önceliği söz dizimine riayet olmayabilir hatta olmasın amma ve lakin bu kuralları haiz olsun. Bilsin ki bozarken edebini takınsın. Bozmanın da bir adabı var di’mi ama, öyle gelişine, fütursuzca olursa, hizmet hakikatin önemsizleştirilmesine olur ki yazık olur.

Bence.
Oldu.
İyi günler.

10.06, Pazartesi
Çibo, Bahariye
6 Kasım 2023
22 Rebiyülahir 1445
26 Teşrinievvel 1439

 

AkıtmaRoman Meğer Oto-Kurmacaymış


  
25 Ağustos 2025

25 Ağustos 2025 mi, o da nereden çıktı? Uyumlu olsun diyeyse gün ay falan. Demek ki. Aslında sana -Elif’in aldığı ajanda- yazmıyorum biliyorsun içimin dökmelerini. (Yeşilçam repliği gibi oldu. Sanki sen bilmiyorsun sana yazmadığımı, usa vurumlarımın dışavurumlarını.) Bugün yapacaklarımı yazayım diye sana girdim, girmedim açtım. Sen bilgisayar mısın ki gireyim. Oraya da girmiyoruz ki. Bu girmek fiili de nesi cicim, olur olmaz yer ile ilgili kullandığımız. Bilgisayara gir, programa gir, konuya gir, bakmalı etimolojisine, kodladıklarına, bilgisine. Meclisinde Miele (Yazıyı okuyarak bilgisayara aktarırken mail dedim Miele yazdı, zengin şeysi.) oldum ben bir kaşı kaşı karaya geldi bak aklıma şimdi. (Hangi bir derdime yanam dağlar derdim var benim/başımı sevdaya salan bir paşa beyim var benim.) Güzel türküdür. Özellikle de iki söz arası nağme. Pek severim. (Bu parantezleri numaralandırıp dip not şeklinde en sonda mı versem, böyle bölüne bölüne yaz/oku ne bil’iim…) beni 98’lere, 99’lara götürür. 98 sonu 99 ilk yarısı. Depreme kadarki bölüm. Yedi buçuk senede biten okul. Okuldan sebep eve söylenmeyen doğrular. Düşünsene 25 yaşındasın ve ders sayısından sebep eve 21 yaşında söylediğin yalanı (alttan ders sayısı:8) sürdürüyorsun. Çünkü okul dört senelik normal bitimi süresinde bitmediği gibi, 56 olan toplam ders sayısının 51’i sende alttan. Bitme… Ne bitmemesi başlamammışsın ki sen okula. Girememişsin okul kafasına. Neden… Oooo şimdi bunun derinlerine insem neler çıkar. Yıllarca 9 aldığım zaman, 10 alanlardan neyin eksik denmesi mesela, yalnız çekirdek ailenin değil, geniş ailenin (geniş/aile/ var mıydı böyle bir şey! O zamanlar -babam zenginken, prezantablken- görüşülen insanlar denebilir belki. Ama aile… sanmam…) ailenin de gözde öğrencisi, hanım hanımcık çocuğu (içimde kopan fırtınaları bilmiyorlar tabii. Zahirde mis. Gerçi okul toplantısı dönüşleri -özellikle lisede- notlarımdan değil ama çenemden ve kopya verme girişimlerimden -en fazla yan oturuyordum bu kuralsevercilikle başka ne yapacaktıysam- sebep yediğim zılgıtlar sezdirmiş biraz o fırtınaları. Ama çekirdeğin içinde kaldığından el gün hep hanım bilmiş beni. Şimdi, çenebaz olmakla, fıkır fıkır neşeli bir genç olmakla ne ilgisi var hanımlığın. Nasıl dokumuş zihnin bunları birbirine. Var işte dedim ya geçen, böyle birbirine yanlış çatılmış eylem-sonuç bağları zihnimde. Şimdilerde söküp örneği doğru kurmaya/çıkarmaya çalıştığım. Bak bu da katmanlandıracak yazıyı, başka dallar çıkaracak orasından burasından ama yazmadan edemeyeceğim, bu yanlış çatılmış kodlanmışlıkları (Çatılmış, kodlanmış; iki tane mış arka arkaya, olmadı sanki. Bakarım sonra. Peki.) doğru örmeğe başladığında insan, bir başka hal geliyor üstüne, içine; işte nereye gelmek nasipse orasına. Kasmıyorsun mesela yeni örgüyü inşa ederken; ipi çok sıkmıyor, şişi/tığı neyle örüyorsan eline yapıştırmıyorsun. İşaret parmağının ucu ve avucunun içi ve bileğin (tığsa), dirseklerin ve kollarının üst kısmı (şişse) ağrımıyor. Öyle serin, öyle slovmoşın. Temaşa ede ede, ortaya çıkan desenin/örneğin tadına vara vara… Birinci sırada, ikinci sırada pek göstermiyor kendini. Gençliğin bir an önce olsun acullüğüne kaçmadan beşinci, altıncı sırayı örüyorsun ve bir bakıyorsun (tam da örneğin şeklini unutmuşken, ona odaklanmamışken) model çıkmış, şekillenmiş için. Ah. Ne güzel. 

    Şöyle bir önceki sayfalara baktım da, ben buraya nereden, neden, nasıl geldim, artık asıl konuya döneyim (Şart mı, bırak bu da böyle kalsın n’olur ki, yoo bi’şey olmaz. Olacağından değil de; ne diyordum/diyecektim onu göreyim, söyleyeyim içimde kalmasın diye. Peki.) diye; bu yazının teması 25 galiba. 25 Ağustos 2025 yazmışım başlarken bugün yapacaklarımı yazacak (bir de Yeşim'in arı hadisesinin içimi nasıl karıştırdığını anlatırdım belki. Aklımda iyi olduğunun sevinci vardı tarihi atarken çünkü.) işime gücüme bakacaktım. Neyse işte ne diyordum 25. Bu yazının ana izleği (ana temadan daha güzel geliyor kulağıma, tema tek başına güzel de yanına ana gelince sevimsiz sanki.) 25 Ağustos'tan 25 yaşındaki anıma gitmişim. Yeşim'in evin neresi (yaşadığın hangi eve en ait hissettin ya da kendini nasıl bir eve ait hissedersin) konulu alıştırması ile açıldı buraların kapısı, hatırladığım. Bir süre daha da kapanmaya niyeti yok belli ki. Orada burada şurada pörtleyecek. Demek ki -belki- zamanda yolculuk yapmalı oradan bugünkü bene eklemlenince içimi coşturacak materyalleri almalı ve dönmeliyim. Şimdi düşündüm de aslında o materyaller zaten benimle. Yazının yöneldiği bu klişe dünyasını sevmedim. Diyeceğim vara yoğa girmek fiili ile dalmayalım; girdiğimiz yere, gideceğimiz yere, girmeyi tahayyül ettiğimiz yere dikkat edelim. Bak! Arı, sen gir elbisenin içine, oradan çık yukarılara, gez o güzel vücutta bir müddet ve olmadık anda olmadık bir anı/acı bırak ve çık; ayyy bu erkek milleti de böyle değil mi. Ne! Erkek milleti mi sadece, kendini gerçekleştirememiş -ya da belki kendini/karakteristik özelliklerini gerçekleştiriyordur- insanların hepsi böyle. Yav işte herkes kendi seyr-i sülûkunda. Sen; onun, yolunu gidiş şeklindeki seni sokmalarından incinmemeye veya incinsen de hemen ambulansa atlayıp rehabilite olmaya bakacaksın. Zehri panzehre dönüştürmeye… Valla benim bir suçum yok; konu konuyu, kelime mottoyu doğuruyor ne edem yazmayam mı. Sen ne diyordum. Hayırlı yerlere girmekler, oraları hayırlandırmaklar, hayırla da çıkmaklar nasip olsun efenim. He pir de (Pir de yazdım evet sehven, bir de olacak ama o pir bana bugün ne diyor ona da bakayım ayrıca.) günü bir önceki geceden, olmadı sabahın seherinde planlayın; öyle gramla bardakla demiyorum göz kararı da olsa olur. Kabalama. 

Oldu. 
İyi günler. 
He, bir de bugün Arzu’nun doğum günü. 


27/01/1444

25/08/2022

06.34, Evimin Salonu

Bugün: Kadıköy’e git. Evi toparla. Son editlerin sayfadaki üstünden geç. Mahir Bey’e yaz. Hülya’ya hatırlat. Ayça’yı ara. Eski atölyeleri tara, Arzu’nun hediyesini bitir.

Akıtmaromanda Bugün Aslında Dündü-r-*

 

13 Aralık 2021

9 Cemaziyelevvel 1443

30 Teşrin-i Sanî 1437

(1436 da olabilir emin değilim.)


Mutfaktayken, yürürken, süpürgeyi, arabayı sürerken (süpürge sürmek, araba sürmek?! Bunlar nasıl ifadeler -buraya kesme işareti koymaya da hiç elim varmıyor ama- Behiye’m. Bilmem geldi öyle yekten, ben de yazdım Hünkâr’ım -koymasam mı- olmadı mı. Sanki.) kitap dinlemeyi seviyorum. Kopmuyorum hayır. Kulaklıkla dinliyorum ekseri. Şimdilik düzleminde kalmaya, işe ya da düşüncelere dalıp başka boyutlara gitmemeye bulduğum çözüm. Bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkmaması için ikisini de tıkamak.

Akıtmaromanda Bugün bi'de Dün



Sayısını unutacağım kadar çok, uzun diyebileceğim kadar az zamandır bir bulutun içinde yaşıyor-d-um.
Hayatım daha doğrusu işler, yapılacaklar, yaşanacaklar ütü masasının üzerinde bekleyen, makineden çıktıkça üst üste yığılmış çamaşırlar gibi. O gün hangisi lazımla çekiyorum içlerinden onu hallediyor bir yandan da yıkayıp üst üste yığmaya devam ediyorum. (Çalıştığım (Bilfiil her sabah bir servise binip iki saat gidilen yol neticesi ulaşılması mı gerek çalışma payesi için. Basbayağı çalıştım oysaki sonrasında da.) yıllarda-nneevimodamda-ki masam gibi. Ama şimdi bırakalım bu masayı bir kenara hiç sırası değil oralara girmenin Behiye. Peki Hünkârım.)

Öyle Bir Geçer Zaman ki


Öyle Bir Geçer Zaman ki

Facebook yeni çıkmıştı. Yok yanlış hatırladım, biz yeni kaydolmuştuk; o zamanlardaki pek böbürlendiğimiz tavrımızla, popüler olanı istihza ve istihkâr  hatta yetinmeyip istihfaf ettikten sonra… Başlarda sadece eski arkadaşları bulmak hasebiyle kullanırken nasıl oldu bilmem; arkadaşımla  -aynı şeyleri okur, aynı filmleri severdik- kavuklu pişekâr misali tuluat icra eder olduk. Güncel hadise mütalaaları, metinler arasılık, filmler arasılık ne istersen var. Nasıl gülüyoruz... Yazışmalarımızı takip edenler “bir şey anlamıyoruz ama çok eğleniyoruz sizi okurken,” falan diyorlar, yine gülüyoruz.  Derken Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisi başladı. Vakti, saati geldi mi alıyoruz bilgisayarları kucağa, geçiyoruz televizyonun karşısına sahne sahne kritik ediyoruz, diyaloglar alıntılıyoruz. Veriyoruz veriştiriyoruz Karolin’e, Cemile’yi yere göğe koyamıyoruz. Mete… n’apsın çocuk tam ergenken aile dağıldı… Osman… Ah Osman; kalbimizin kâğıt kesiği… Mütemadiyen yazışıyoruz. Seyreden arkadaşlar da eşanlı takip ediyorlar diziyi, uzuvlarını pay etmişler, arada yorumlarla dahil oluyorlar bölüme. Görev iştiyakıyla hercümerç olmuşuz dizi bahane artık parmağa kuvvet ne gelirse… İlk elli bölüm falan biz hikâye kokusuyla var olanlar için pek güzeldi. (Yani bizce.) Ne zaman ki başına ne gelirse gelsin öl-e-meyen Ali yaptılar, ölmeyen -adını şimdi unuttuğum- o sahtekârdan yaptılar tadı kaçtı; Bize feysbuk finalinin yolu göründü. Tadında bıraktık. Sonra feysbukun da gazozu kaçtı. Zaten hesapları da kapattık sonra, içimiz acıttı çünkü oldukları, olmadıkları şey yüzünden insanların oradan birbirlerini hizaya sokma çabaları, kanlı bıçaklı olmaları falan.. Neyse diyeceğim o değil.  
13 Mart 2020 Cuma  -varlığını sürdürmek için insan bedenini seçen bir küçük virüsten sebep-
İstanbul’a hasretimin başlangıç tarihi (O gün -iyi ki-  Mehmet’le karşıya vapurla geçmişiz, -son vapura binişimmiş, ne kadar süre ile bilmiyorum- dönüşte Arzu, Yeşim, ben çay bahçesinde -son oturmalarımızmış bir daha ne zamana kestiremiyorum- oturmuşuz. Sonra eve yürümüşüz. Rehan’ı aramışız, kısalığı tadına tat katmış buluşmamızın.) oldu.  O gün bugün evdeyiz, handiyse iki ay olmuş. Süreç temrinine hacet yok, hepimizce malum. İç çemberdeki yakınlarına virüs değmemiş her  insan kadar geçen zamana bakışım. (Bak yapma böyle; uzaklaşma konudan vira, altı dakika değil ki bu cicim. Tut zihnini biraz.) Ne diyordum. İşte bu eve kapanmalar dizi sektörünü de sekteye uğrattı. (Bu sektör-sekte hece tekrarı; bazı odakları rahatsız edebilir, beni halihazırda etmiyor.) Çekilmiş bölümler bitince çar naçar eskilere dönüldü. İyi de oldu bir nevi detoks zira bu dönüş bence. (Ay gene kaçacak bu zihin; tutun tutun zihin uçuyor.) Bir gün kanal kanal gezerken;  baktım bizim Osman ekranda. Tam da bir başka aşık tarafından, ilk aşkının büyük mimiklerle cezbedildiği sahne. 
İki üç kere seyrettim geri sararak. Lise çağlarında Zümrüt’e öykünerek başladığım şiir defterini çıkardım dolabın dibinden. 3 Temmuz 2000’e kaydettiğim Özdemir Asaf
(“Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç.
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar, 
Adına düğümlendi.
Bana yaşadığın şehirleri aç
Başka şehirleri özleyelim orada seninle.
Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar
İkimize yetmez.”)
şiirinin ardına ekledim. Yetmedi, siz de okuyun istedim. Kalbimin içindeki pek çok yere değdi çünkü. O zaman; perde:
Kız: “Osmaan sen Teksas Tommiks, Zagor okuyor musun?” 
Osman: “Okumuyorum öğretmen kızıyor onları okumaya. Ben Robinson Crusoe okuduum, Güliver’in Seyahatlerini okuduum Arzın merkezi Seyahat’i okuduuum, İki Sene Okul Tatili’ni okuduuum.” 
Öbür aşık: “Hehe iki sene okul tatili mi olurmuş be, kim yazmış o kitabı?” 
Osman: “Jüles Verne.”  
Öbür aşık: “O jüles Verne de bi şey bildiği yokmuş. Hahhahhah!” 
---
Ve Osman’ın iç sesi:
“Hayatım boyunca okudum. Okumakla kalmadım, yazdım da. Ama hayatımın hiçbir anında okuması ve yazması, Teksas Tommiks sınırının üzerine çıkmamış insanların  sahip olduğu özgüvene sahip olamadım. Bu yaman çelişki hayatımın her anında benim paçama yapıştı ve ben en iyi bildiğim konularda bile adeta tanrısal bir yüce gönüllülükle geri çekildim. Önceliği onlara verdim. Tabi bu bana duyarlı bir çocukluk, sıkıntılı bir gençlik ve dingin bir orta yaşlılık armağan etti. Pişmanlıklarla dolu bir ihtiyarlık beni beklemiyorsa eğer, iyi bir hayat sürdüğüm söylenebilir.”
Sonraki sahnede tutamıyor Osman kendini, serde sevdalık var; kara borsadan aldığı çizgi romanı derste okurken yakalanıyor ve aldığı cezayı çekerken iç ses giriyor devreye:

“… Elimde tuttuğum tebeşir tahtaya sürttükçe yazı adını verdiğimiz şekiller oluşturuyordu. O yazı benim cezamdı. Tebeşir yazdıkça ufalanıyor, toz oluyor, eriyor, küçülüyordu. Yok olması kaçınılmazdı, bunu biliyordum. Ben de biliyordum; ben yazıyordum tebeşir yazıyordu, ikimiz de eriyorduk, küçülüyorduk. O an fark edemediğim bir gerçeği yıllar sonra bugün fark ediyorum. Ben o gün yazar olmuşum aslında; hiç bitmeyen bir cezanın tebeşiri.”
İşte böyle…
Diyeceğim; öyle bir geçer zaman ki…
Şuraya bir de link bırakayım; sahibinden duymak isterseniz…




Behiye H. Malkoç
1 Mayıs 2020' de başlansa da
18 Mayıs 2020'de hitama erdi; bu yazının doğum tarihi şimdi hangisi... Rahme düştüğü an mı... Anneyle kucaklaştığı gün mü...(Ayfer Tunç'u yazıyla vedalaşamama, sürekli onu kurcalama zevki noktasında anladığım doğrudur. Tam kaydedip çıkacağım, bırakmıyor Osman; kerata...)

Tersine Mühendislik-Yazmak için Okumak





Yazı diye gittik hayat çıktı içinden. Hakikaten…
Kurmacaları söküyor, omurgalarına bakıyor sonra tekrar yerine takıyorken kişisel yazı serüvenine dair biriktiriyor sanıyor insan. İlerledikçe ilerledikçe bir bakıyor ki kendilik inşasına, ilkelerine de eklenmiş güzel bir şeyler.
Sarsılmış, değişmiş, dönüşmüş doğru bilinen birtakım kalıplar.
Bunca karşılaşma bile şahaneydi ya öğretmen olduğu yıllarda öğrencisi olamadığıma hayıflandım. Yazsın yazmasın öğrenmeye meyyal, kendi ile meselesi olan herkesin rahle-i tedrisatından geçmesini isterim Beliz hanımın.
Öyle yenilenmiş, öyle güzel hissediyorum ki.
“Kimse dünyada ne kadar vakti kaldığını bilmiyor. Bir bilgi biriktirdim ve onu birilerine emanet etmekten çok hoşlanıyorum.” diyor konuşmasının bir yerinde ve bu emaneti nasıl duru, bir şey demezmiş gibi bırakıyor insanın dimağına.
Kimi eserler için kullanılır ya “sehl-i mümteni” o kabilden…

İhmal Etmemeli İyi İnsanlar Birbirini



Ertan giderken bana bıraktığı "ihmal etmemeli iyi insanlar birbirini" hissi oldu. Yasemin'i öldüğünde çok aramıştım onu dönmemişti cevapsız kalmıştı aramalarım. Dönse ne diyecekti ki neden aradığımı biliyordu. Dönse ne diyecektim ki; ne diyeceğimi bilmiyordum. Kaldı öylece hisler, sözler yürekte. Zaman da geçti gitti böylece.

Utandım Allah'ım

Kısa deri mont mu istiyorsun, bir siyah bir de gülkurusu ya da yeşil mi olsun? Evdekiler, yetmiyor mu… Yetiyor yetmeye de uzun eteklerin üzerine kısa montlar daha bir güzel oluyor. Şöyle yuvarlak yaka ya da kot mont modeli…
....

Kendi Yüreğimle Yarışırdım Ben



9:40’a yetişmeliyim. Söz verdim, onda Eminönü’nde olacağım. Dokuz yirmi dört ben evin önündeyim. Asansörden attığım gibi kendimi, başlıyorum koşmaya. Duraktaki otobüs kalkmak üzere el ediyorum, bekliyor sağ olsun.

Geçiyorum önünden, biniyorum. Yol açık çok şükür. Yol açık olmaya açık da şoför bey olmadığı kadar nazik bugün gelene yol veriyor, gidene yol veriyor. Belki de hep naziktir ne biliyorsun, genelde değillerdir ya o sebepten. Nikâh dairesinin önündeki ışıklar kırmızıya dönüyor, duruyoruz. Kayıp dakika bir. Olsun yetişiriz inşaallah, Ak-bil makinesinin saati 9:27. Yandı yeşil ilerliyoruz. Şimdi bütün kırmızılara denk gelir miyiz, gelsek bile bir, iki, üç ışık var; birer dakikadan üç, dokuz otuz, koştum ettim 9:35. Hop Belediye de kırmızı, neyse durakta durma hakkını burada kullandı. Gidiyoruz yol boş. Aaa ne oldu ön tıkalı değil, neden durduk yav. Çünkü minibüsle otomobil çarpmış birbirine. Allah’ım yetişmem lazım. Hasanpaşa’da iniyorum mecbur, kazazedelerin bize bıraktığı aralıktan otobüsün geçmesi mümkün değil zira. Koşuyorum yine, ciğerim acıyor ağzımdan dolan rüzgârdan; yırtılırcasına. Söğütlüçeşme’den tekrar biniyorum cadde tarafından gelen bir otobüse çaresiz. İskeleye koşmam kabil değil, ki yetişemem de zaten. Oh, Ak-bil saati 9:32. Yüz metre arkamızda indiğim otobüs beliriyor. Hey Allah’ım… Tabii dersen şöyle koşturmalı bir şeyler yapmam lazım eski kiloma ulaşabilmem için koşarsın işte böyle olur olmaz. İniyorum iskelede ve tabii ki yine koşuyorum. Uzaktan belli belirsiz Eminönü, 9:40 9:34 yazılarını görünce adımlarım rahatlıyor, darısı nefesimin başına. Dışarıda oturayım, montla içeride terlemektense… Bir teyze geçiyor yanımdan önümdeki koltuklarda vapurun korkuluklarına dayanarak ayakta duruyor. Teyze dedim de belki benimle yaşıt bile olabilir, yaş tahmininde kötülüğümün yanısıra kendimi hâlâ otuzların başında sanıyorum; sırt çantamdan sebep zaar. Kilolu, başörtüsünün yarısı boynuna doladığı atkıdan görünmüyor. Gri diz hizası mantosunun kolunda gerçek olmayan lui vitton çanta. Diğer elinde de bir poşet dolusu simit. Poşetten çıkardığı simitleri bölüyor, dilinde şerbetliyor atıyor martılara. Martı olasım geldi Allah’ım… Basıyorum ekrana bakmadan, martıları seyredip ne çektiğimi bilmeden deklanşöre. “Aşkıımmm, gel al, al canım sen de al. Ay sen çok mu acıktın… al canım hop bunu da yakala oyy ne güzelsin. Ayyy canım yaa… Bittiii, hepsi bu kadardı…” O yürek dolusu veda ediyor martılarına, çiçeklerini sularken sesine uyandığım annem doluyor benim gözüme. Kesişiyor gülümsememiz gerçek teyzeyle, dönüp de içeri girerken. Teşekkür ediyorum ciğerimin yırtılan yerlerine hayatı doldurduğu için. Kıpır kıpırım var işte var gerçek, kalbi kalplaşmamış yemyeşil insanlar var hâlâ. Bu şölene en yakışacak şarkıyı açıyorum telefondan, vokalde martılar ve ben... bir de akasyalar... vapur güvertesinde:


                        “Sağ olsun uçan kuşlar


                          Çiçeğe durmuş ağaç


                          Yaşasın sevdalılar


                          Sevdalım hayat”


6 Aralık 2016 Kadıköy-Eminönü vapuru

Tavsiye Dibin Kara



“Evladım geri zekâlı mısın sen, kaçıncıya anlatıyorum! Anlamıyorsan, beni de uğraştırma, vereyim seni bir tamircinin yanına çırak, olsun bitsin.”

Deniz Atı

                Mücellâ içinden “Hay ben senin çenene be Şaduman,” diye geçirdi. Bir an, sadece bir an duraksamasa çıkmadan evvel, belki de o telefona hiç yakalanmayacak, merakına yenilmeyecek, eşine ithafen yazıp telefonun üzerine bıraktığı mektubu almayacak, ahizeyi hiç kaldırmayacak ve susturmanın mümkün olmadığı; evlenmemiş, müzmin bakire ortaokul arkadaşı ile konuşmak zorunda kalmayacaktı.

Şimdi al başına belayı. Şaduman’ın o kösnül, dedikodu şelalesi çenesi açılmış, hiç kapanır mı?

Suç biraz da o mektupta belki. Eşine yazdığı hani. Eş... Ne garip kelime. Sanki bir çift çorabız da... Evli çiftleri tanımlamak için başka şey bulamamışlar. “Yok tatlım, ben onun eşi değilim, şuradaki lacivert olanın eşiyim,” demek geldi içinden, Şaduman’ın uğultusu yankılanırken ahizede.

 “Canım ya, fırında tavuk yanıyor,” yalanını söyleyip kapamıştı telefonu kapamasına da Sadık kapıda anahtarı döndürmüş,

 “Hayatıım ben geldiim!” diye seslenmişti bile.

Sigara içtiği zamanların alışkanlığıyla mektubu pantolonunun arka cebine soktu. Bu evden, bu hayattan sadece bir yanını alıp gidecekti. Bavul, öteberi saklama hengâmesi ile uğraşmak zorunda kalmadı.

“Hoş geldin,” diyebildi. “Hoş geldin biriciğim!” derdi oysa. Bugün biriciğim çıkmadı. Yüreğinin bir yerlerinde hâlâ riya kokmayan kelimeler vardı.

“Ne güzel olmuşsun yine karıcım. Hazırlanmışsın madem, üzerimi değiştireyim, çıkalım.” 

Yutkundu, kelimeler soluğuna gömüldü. Kolay olmayacaktı. İçindeki ağırlıkla daha fazla ayakta duramadı, tarihi yarımadaya nazır salonun -en çok özleyeceği- yeşil kadife koltuğuna bıraktı bedenini. 

Bugün olmasını hiç istemezdi. Kim ister ki, dile kolay; yirmi yıl. Böyle bir gidişle üstelik.  Ama Hikmet’ten ültimatom gelmişti:

“Ya bugün ya bugün. Biletler tamam, yarın akşam. Yok hiçbir yaftada bize yer, gitmeli, başlamalıyız yeni, rolsüz hayatımıza. Daha ne kadar insanların gözlerinin içine bakarak sürdüreceğiz yalanımızı, on beş yılda otuz yıl yaşlandık, atalım artık şu sırtlarımızdaki küfeleri, bizim olmayan elbiseleri; bize de yazık, Sadık’a da herkese de,” böyle demişti önceki gün görüştüklerinde.

İronik mi demeli, trajik mi...

Okul yıllarından Sadık’ın arkadaşı Hikmet... 

Delikanlı, harbi Hikmet... 

Tanıştıkları zamanlarda kaplan görmüş ceylan misali kaçarken, sonraları ateşe yanan pervane gibi etrafında döndüğü Hikmet... 

Herkesin “birbirlerine kardeşten ileri” benzetmesi yaptığı Hikmet...

“Ne kolay oldu ki, bu olsun... Milyonda birlik bela, sektirir mi tabii ki bana isabet edecekti. İsmi de ayrı havalı. Oldum olası havalı kadındın sen kızım. Havalı, kadın, ben, sen. Asherman sendromu, peh, bir çocuk. Olsa fark eder miydi, bilmem, bugün bu mektubu yazmamış olur muydum?  Ya da ya da çocuğum olmadığı için mi böyleyim ne ondan ne bundan... Biraz ondan biraz bundan... Neyse ne... Bir de bunlara kafa yoramayacağım.”

Sadık odada üzerini değiştirirken, alelacele Hikmet’e mesaj gönderdi Mücellâ:

“Çıkamadım, karşılaştık. İsmet Baba’ya gidiyoruz, ararım!” İsmet Baba. Başka neresi olacak ki. Orada tanıştık ya, tabii ki yıldönümümüzde de oraya gideceğiz, ne gerek var başka yere, sürprizsiz hayat; garanti, cepte hayat... Beyni uğulduyordu Mücellâ’nın bir susturabilse içindeki isyanları, insanları...

Beklemeye koyuldu karmakarışık ruh ve bedeniyle derli toplu salonda.

***

Sadık bir yandan giyiniyor, bir yandan sürprizini düşünüyordu. Sevinirdi herhalde hediyeleri görünce. Neye ne zaman ne tepki vereceğini kestiremez olmuştu iyiden iyiye ama buna kesin sevinir diye düşündü.

Tanıştıkları günü hatırladı, esrik esrik gülümsedi... Çıkardığı ceketinin cebinden biletleri alıp yeni giyeceği deri montunun iç cebine koydu...                                               Giyine düşüne hazırlanmaya devam etti...

Pantolonunu. İsmet Baba’yı. İlk gençlik yıllarını. Gömleğini. Fakülteyi…

 “Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman, ay bulutluydu, yakamoz deniz...”

Göz göze geldiklerinde, Mücellâ’nın soğan kabuğu rengi saçlarının bukleleri kalbine dolanmıştı.

Mücellâ da kayıtsız kalamamıştı kalbine çam kokulu şarkılar fısıldayan bakışlara. Hızla akmıştı hayatları birbirlerinin hayatına. Şimdinin kıyılarına gelmişlerdi kâh durgun kâh dalgalı... 

Adını koyamadığı tedirgin anlar vardı ama Sadık’ın; son zamanlarda iyiden iyiye artan.  Güzel güzel sohbet ederken elini saçında gezdirmeye kalksa birden bağrış çağrış uzaklaşabiliyor, iki dakika sonra munis bir kedi edasıyla gelip dizine bırakıyordu güzel başını. 

Dolu gözleriyle özür diliyordu. Ne anlam vereceğini bilemiyor “premenopozdandır belki,” diyordu. Bazen “kadınları kim anlamış ki ben anlayayım,” klişesi yetişiyordu imdadına. Bazen de zihninin en kuytularından çıkan karanlık anılar vehmini artırıyor, yüreğini daraltıyordu. Asherman sendromu teşhisi, ardından işlerinin kötüye gitmesiyle, dipte olduğu günlerden birinde başlamış, aralıklarla iki yıl sürmüştü o Allah’ın belası ilişki. Vicdan azabı nüksediyor, beynini kemiriyordu böyle.

Belki sezmişti ya da öğrenmişti her şeyi. Yüz göz olmamak için lafını bile etmemiş ama unutamamış, eritememişti de içinde, ondandı belki karısının bu halleri. Savuşturdu kafasındakileri, salona yöneldi...

***

“Nerede kaldın be mübarek! “ diye geçirdi içinden Mücellâ.

Nihayet çıktılar evden. Bindiler arabalarına. Radyoda Dean Martin, That’s Amore çaldı yol boyu... Yol boyu hep sustular, çok sustular.

Biri yapacağı sürprizi, diğeri cebindeki mektubu ve Hikmet’i düşünüyordu.  Nereye gideceklerdi birlikte? O iş bende sen merak etme. Peki. 

            Suskunlukları lokantadaki kendileri için ayrılan yere oturuncaya dek sürdü. Garsonun “Karar verdiniz mi efendim,” demesiyle elindeki peçeteyle oynayan Mücellâ kafasını kaldırdı ve lokantanın kapısında Hikmet’i gördü. Kızaran güneşle yüzü aynı rengi aldı. Sadık, yüzünde yansıyan ışık oyunlarının karısını nasıl da güzelleştirdiğini düşündü.  Bir de onu ne kadar sevdiğini. Birer balık çorbası söylediler önden. Çorbasına tuz atmak için denizatı figürlü tuzluğu eline aldığı sırada sırf konuşmak olsun diye Sadık: 

“Denizatları çiftleşince erkek hamile kalıyor biliyor musun, çocuğu erkek doğuruyor yani...” demesiyle yüzünde sözcüklerin donması bir oldu.

Bu söz tetikledi Mücella’nın yıllarca sustuklarını. Girişin hemen önündeki masada oturan Hikmet ile bakıştılar kısacık. Usulca çıkardı mektubu, masanın üzerine koyup Sadık’a doğru itti. Eline son bir dokunmayı geçirdi içinden, vazgeçti.

            Gözlerini Sadık’ın kaşlarının altındaki iki kocaman soru işaretine baka kaçıra, “Doğru bulmasan da umarım anlarsın. Böyle olmaması için çok uğraştım, direndim. Ama ben de buyum ne yapayım,” diyebildi. Masadan kalktı Mücellâ, Hikmet de kalktı. Göz göze geldiler.

Bocaladı Hikmet de. Utandı, eline koluna dünyada yer bulamadı. 

Ne olduğunu anlamaya çalışarak, masadan kalkan ve kapıya doğru yürüyen karısını takip etti şaşkın bakışlarla Sadık; önünde zarf, cebinde Mauritius biletleri kalakaldı.

Sevdiğine doğru hamle yaptı. Mücella’nın dur diyen sol eliyle mahcubiyeti dehşetli bir hayrete dönüşen Hikmet; elinde Mauritius biletleri öylece donakaldı.

İki adam hiç anlam veremedikleri bu gidişin gölgesinin ardından öylece bakakaldı...



Bir İnsanı Anlamakla Başlayacak Her Şey


Emre iki yaşını yeni bitirmişti. Doğum sonrasında içine düştüğümü fark etmediğimden, sonrasında da üst üste travma bindirdiğimden ara ara nükseden lohusalık depresyonundan mütevellit kurtulamadığım alıp başımı gitme duygusunu dizginlemek adına, kendimi de alıp yürüyordum alabildiğine, iyi geliyordu, umut yüklüyordu, dönüyor Hazinemi kokluyor, doluyordum yeniden hayatla...

Unutursak Seni, Kalbimiz Kurusun Roboski



Hazinem arkadaşında, dört saattir görmüyorum hemen hemen, hepitopu bir dakika uzağımda.. Bir "gelse ya artık" diyorum, "çok oldu ne zaman gelecek" diyorum, bir "sus" diyorum içimdeki yanımdayken bile aralık özlem penceresinden üfüren rüzgara, "fısıldama yüreğime; hadi, çağır gelsin, hadi çağır gelsin! “diye, “eğleniyor çocuk, mutlu, arkadaşlarıyla oynuyor, hem emin ellerde, sıcak yerlerde." Biraz zaman geçiyor, “Mehmet çağırsak mı, gelse mi artık acaba!” Diye ona doluyorum özlem sarmaşığımı..

Bir Tatlı Hüzün Almaya Geldim Kuzguncuk'tan



İnsan kadar, insanlık kadar eskidir yeryüzündeki ikameti dinlerin.Bir şekilde dünyada var olan insanın, bu var oluşa dair “ nedenleri, nasılları, eee sonraları” sorgulama yolculuğu mu dinleri var kıldı, insanla eşanlı mı var olmaya başladı dünyada, ya da insandan bile çok eski mi dinler tarihi bilmem lakin inanılan ya da inanılmayan şekle göre yaradanının adı, ibadet şekilleri,yöneliş yolları değişse de hep vardı, var...

İçinden Gerçek Geçen Gerçek İnsanın Hayalhanesi


Kim demiş ki derin hisler, uzun yıllarla olur...
Bazı insanlar vardır hani, çok yenidir hayatınıza girmişlikleri ya, sanki yıllardır birlikteymişsiniz, hayatınızın her miladında –insan bir kere doğmaz; zira her ruh yangını vesiledir yine yeniden doğmalara küllerimizden- yanınızdaymış hissi verirler. İlk aşık olduğunuzda, mezuniyetinizde, terfinizde, ilk terk edildiğinizde, evlenme teklifi aldığınızda... Uzar da uzar liste, velhasıl; diplerinizde, zirvelerinizde hep paylaşmıştır sizinle sofranızdaki duyguyu, o duygu her ne ise.

Düşünce Pakete Sığar mı?


Andımız

Önce doğruları söyleyeceksin, doğru olacaksın dosdoğru; Yunus’un dergâha taşıdığı odunlar kadar doğru. Rüşvet vermeyeceksin / almayacaksın meselâ işin görülsün, eşit haklara sahip olduğun kişilerin bir adım önüne geçebilesin diye...

Çalışacaksın çok çalışacaksın, üretecek, üretecek, üreteceksin; derdin hep artı değer olacak. Somut olarak olamadığı zamanlarda pozitif enerjiyle, bir tatlı tebessümle içlerini ısıtacaksın, iyi geleceksin insanlara...

Sene-i Devriye-i Roboski



“Her şey değişip akmada,bu hâl beni hayran bırakmada..”


Demiş vakt-i zamanında şair. Ne yazık ki hâlâ her şey değişip akmada, bu hâl ise; kalbi kalplaşmamış,kalb gibi atan, vicdanını, sağduyusunu, bu her şeyi tüketen, adına kapitalizm denen canavara kaptırmamış insanları pek hayran bırakamamada. Yüreklerini eline alıp sıkıp sıkıp bırakmada ve bunu hep yapmada.