Tavsiye Dibin Kara



“Evladım geri zekâlı mısın sen, kaçıncıya anlatıyorum! Anlamıyorsan, beni de uğraştırma, vereyim seni bir tamircinin yanına çırak, olsun bitsin.”

Ağzından alevler saçarak minicik Efe’nin suratına böğüren –hamileliğinden oğlu bu yaşına gelene kadar annelikle ilgili almadığı eğitim, okumadığı kitap kalmayan- borsa zamanlarında sıkça görüştüğümüz, şimdilerdeyse sosyal medya marifeti ile birbirimizden haberdar olduğumuz Irmak’tı. Nasıl kınamıştım. Nasıl yadırgamıştım. En çok da üzülmüştüm; Efe'nin  küçülen bir küp şeker kadar kalan ruhu beni de un ufak etmişti.

Çok biliyorum ve bana karı boşamak da kolay ya:

“Yanlış yapıyorsun şekerim, hele de tehdit. Ay çok yanlış. Sen onun annesisin, eğitimi senin sorumluluğun, öğretim işini bırak okulda öğretmeni halletsin; çocuk da kendisiyle, yaptıkları ve yapmadıkları, yapması gerekenlerle yüzleşsin.”

“Abidik gubidik konuşma, ben de çok bıdılanıyordum senin gibi. Bir gün seni de  görürüz; çocuğun olsun, bak bakayım yapabiliyor musun?”


O bir gün, bir gün geldi ve ben anne oldum; kolay bir çocuktu Emre. Tuvalet alışkanlığını bile kendi kazandı diyebilirim. İki gün annemde kaldı, geldiğinde bez yoktu altında ve bir daha da olmadı. Sağın solun bilir bilmez, olur olmaz tavsiyelerine de kulak asmadım haliyle, kitaplar veriyordu reçeteyi, ben okuyor, anne görümle harmanlıyordum ve biz gül gibi geçinip gidiyorduk. Okul yıllarına kadar ateşlendiği gecelerde sabahlamalarımızı saymazsak pek de zorlanmadım.

İlkokula başladığındaysa onun içinden bambaşka bir Emre çıktı; benim içimden canavar anne. Üç yaşında kilisenin haçından Katolik kilisesi mi, Ortodoks kilisesi mi anlayıp yorum yapan çocuk, üç kez kayısıyı kayısı olarak okuyor dördüncüde portakal diyordu. Karpuz dese gene bir derece, portakal ne allasen... Çıldırmak işten değildi. Ve ben tüm büyük, kitabî konuşmalarımın, ahkâm kesmelerimin epey bir kısmını yuttum. Büyük konuşmuştum ve başıma gelmesinden daha doğal ne olabilirdi ki. Bir güle bir ağlaya, öğretmen, veli tavsiyelerine bata çıka -gerilim gitgide azalarak- bugünlere geldik. Bitti mi, tabii ki hayır ve ben dün akşam Emre’nin suratına höykürmemek için bir hayli mücadele ettim kendimle.

***

Çok sevdiğim, bende yeri ayrı olan arkadaşım aradı sesi ağlamaklı. Kocası ile kavga etmiş, o gazla adını hatırlamadığım bir hayli pahalı bir berberde  saçını kestirmiş. Ve saçlar da çok kötü olmuş, çıldırmak üzereymiş, zaten her şey de onu buluyormuş vesaire vesaire. Dayanamadım:

“Ben föne gidiyorum, gel istersen Orhan iyidir, bir baksın saçına ne yapabilir.”

Sesini perdeleyen bulutun aralanmasından teklife sevindiği belliydi.

“Kapa kapa geliyorum, yaklaşınca çaldırırım inersin, benim arabayla gideriz.” Kapamamı beklemeden kendi kapattı telefonu çat diye.

Gittik, saçlarımız yıkandı, ben fön koltuğuna, o kesim koltuğuna. İçim bir hoş nedense, güzel şeylerin müjdecisi pırpır kardeş gelmiş yüreğime misafir. Oluyordur eminim sizin de, öyle sebepsiz dünyanın sırf size döndüğünü hissettiğiniz anlar...

“Neye benzettiniz, besleme saçı gibi oldu, bu ne yaaa, beterdi bin beter oldu, çekilin, bırakın  hiçbir şey istemiyorum.”

Tüm kafaların ağızlar bir karış, gözler fal taşı çevrilmiş izlediği kişi arkadaşımdı. Orhan yalvarmalı bir sitemle “ama hanfendi geldiğinizde zaten... bu saça en fazla bu olur... yapmayın lütfen rica ederim...”  diyordu ama kime... öfke sağır etmişti, duymuyordu.

Magmayla kardeş olasım geldi.

***

Aradan bir hafta falan geçti, -annemin saatli maarif takvimi arkası yazılarını hepimize okutması meşhurdur- bana bir takvim yaprağı verdi. On madde kadar sıralı sakin hayatın püf noktaları gibi başlığı olan bir yazıydı. Hâlâ nerede olduğunu bulamam ve iyi saklayamamış olmaktan üzüntü duyarım. Hatırladığım üç maddeyse beynimde ve dahi yüreğimde, her daim:

-Fikriniz sorulduğunda tavsiye/öğüt verin, fikrinizi söyleyin. İstenmedikçe kimseye nasihat etmeyin.

-Sizden  talep edildikçe dost elinizi uzatın, yardım istenmemişse nazikçe yapabileceğim bir şey var mı diye tabii ki sorun ancak emrivaki ile karşınızdakini ya da kendinizi zor durumda bırakabileceğinizi unutmayın...

-Kimseyi yaşadığı, yaptığı olumsuz halden dolayı kınamayın, yargılamayın, yadırgamayın. O hali yaşamadan sizin de nasıl davranacağınız belli olmaz.

Yılla önce karşıma çıksaydın ya -hadi bilemedin bir hafta önce- diye düşündüm. Bilemedim, yaşamamış sadece okumuş olsaydım bu denli tesir eder, düstur edinir miydim bu takvim arkası sormadan bana verilen tavsiyelerini...

0 yorum:

Yorum Gönder