Altı dakikayla sınırlı sınırsızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Altı dakikayla sınırlı sınırsızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yeni Yılın 46. Altı Dakikalık 15 Şubatı

Pantolonunun ceplerini delercesine karıştırdı, yokladı; var olması duasıyla, mebzul miktarda umudun; kalmamıştı. Olası eksiklik anları, yoksunluk halleri için oldukça, buldukça, varken koyardı üç beş bir şey sağa sola, kıyıya, kuytuya... Tüketmiş miydi onların da hepsini yoksa? Sanmıyordu. Ummuyordu, bu kadar çabuk bitmezdi istifi bitemezdi. Vardı bayağı birikimi; öyle biliyordu. Her yıkılışında, köşe bucak dağıtmıştı ortalığı ve bulmuş ve kanmıştı yoksunluk krizine girmesine ramak kala umuda,yarına. Bu sefer başkaydı, kötüydü, çok ihtiyacı vardı, çoka ihtiyacı vardı. Olsaydı ceplerinde zerre kadar umut alır yürürdü, güç olurdu dizlerine, derman olurdu yüreğine...  de yoktu...  Yeni yüklenmeler yaşamaya , başka sevdalara, başka umutlara, başka yüreklere uçacak kadar olsa, ne iyi olurdu. Kerterdi muhakkak onlar da hoş. Kendinden olduğu, kendi olduğu ne yapmıştı ki el ne yapsın. Yine de kalırdı her tortunun içinde biraz umut, eledin mi şöyle ince gözenekli bir elekle kalırdı elekte, yetecek kadar kalkmaya, küllerinden doğmaya, ekmeye toprağa tohum niyetine, sürmeye başa ilaç niyetine. Yoktu... Umut da bitmişti, aşk da, hayat da... Cepleri de delikti zaten...

Yeni Yılın 24. Ninesi

Nineleri enine enine dilimleyip ahşap tabakta servis edersen suyunu bırakmaz.
Yeşim "suyun çok fazla" diyor,"fazla duygusalsın, ateşinle, toprağınla dengelemen lazım." Sinemdeki onulmaz yaralara ateş neylesin, toprak neylesin.
Ne ki, derdimin dermanı huzurlu bir dünya...
Kimsenin babasının ateşlerde yanmadığı, kimsenin yavrusunun işkencelerde, gözaltılarda kaybolmadığı, kuyulara atılmadığı,hayatlarına beyaz çizikler atılmadığı, yüreklerde kağıt çiziği sızısının her acının yıldönümünde nüksetmediği, başındaki örtüden, yüreğindeki inançtan ya da inanmamaktan sebep kişinin dışlanıp, aşağılanmadığı, yargılamadan kabullere teşne, aymazlıklarına cümle algıyı dumura uğratan, duyan kulakları utançtan kıpkırmızı eden kılıflar uydurmadığı. Cumartesileri annelerin acılarını sessiz çığlıklara gömmediği, birbirlerinin yüreğinde umut yeşerttiği.. Güneşli güzel günlere Afrikalı çocukların saflığıyla elele ubuntu felsefesini içmiş koşmadıktan sonra kar etmez cümle ateş, toprak...
Umutluydum bu gün neşeli bir şeyler çıkacaktı, iki güzel insan bileşkesine gidecektim ardı ardına oysa, sabah Hazinem'i yolcu ederken de havayı, kışı koklamış ziyadesi ile bahtiyar olmuştum oysa ki...
Kısmet, değil ki pilot ismet...
Sahi sizin hiç babanız öldü mü?

Yeni Yılın 23. Altı Dakikası: On Beş

Hey on beşli, on beşli
Tokat yolları taşlı
On beşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı...

Yok yok... On beşlik yeni yetmelerin, taze sevdalarla yaktığı bir türkü değil. Öyle eller havaya, hop hop yandan melodisi, acıya doymuş bu toprakların paradoksu...
Savaşın, kayıpların,ruh yangınlarının, çeresizliklerin, özelinde Hediye ve Hüseyin'in hikayesi. Cepheler emerken memleketin civanlarını, daha fazla asker, daha fazla can lazım olunca; yeni bir kanun çıkarılır. 1315 doğumluları da alacaklardır artık. Hüseyin ve Hediye yeni sözlenmiştir, yaza düğün edeceklerdir. Hediye'nin ellerini kınalara banacak, sevdiğinin koynuna yuvalayacaklardır. Naçar gider Hüseyin.Gün geçer, sene geçer, gittiği yollara yazmasının oyasına işlediği yaşları akıtır Hediye... Giden dönmüyor acep ne iştir! Köylerde sadece yaşlı erkekler kaldığından dağlarda eşkıyalar türer, aman vermez köylüye bu arada. Kızlarına kötü hal gelmesinden korkar ana babası. Hediye'yi verirler dört yıl sonra altmışında bir adama. Adam da bir seneye kalmaz verir ruhunu Azrail'e. Sahipsiz kalan Hediye'yi evini basan eşkıyalar dağ bayır dolaştırıp, kirli elleriyle birbirlerine sunarlar. Hevesleri geçince de bir cami avlusuna bırakırlar pejmürde..
Bir Allah'ın kulu bakmaz yüzüne.. Yiter gider öylece...
Sekiz yıl sonra döner Hüseyin. Sorar soruşturur, kurşunlar bu kadar delmemiştir yüreğini..
Dedikodular sürmüştür Hediye'yi, ailesini memleket toprağından...
"Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden"
 Hediye'nin dilinden dökülmüş, toprağın bilgisine yazılmıştır.


Hüseyin'i de gören olmaz o saatten sonra...
Eee hadi ne duruyoruz hop hop yandan...

Yeni Yılın 18. Altı Dakika Geleni - Annesi -



Annesi gelmemişti, en güzel mi bilmem ama hayatının bu en önemli gününe gelmemişti. Değerlerinden sebep... Ne değerli değerlermiş ama oğlunun evlenme gününden bile önemli, oğlundan bile değerli. Değeri değersizleştirecek ne vardı ki ortada? Gelin adayı çok da istediği formatta değildi. Sevmemişti hiç, evlenmesindi onunla,olmazdı, oğluna layık değildi bla bla... İyi hoş da oğlu sevmişti, yerlere göklere koyamadığı, sen benim her şeyimsin dediği biriciğinin gözüne ışık yürütmekten de önemli olamazdı ya.
Şoke olmuştu Hasan, sevinsin mi, üzülsün mü, kızsın mı bilememiş bocalamıştı, o kadar ki müstakbel zevcesi nikah salonunun kapısının önünde girmek için anonsu beklerken” başın sağ olsun, çok mu yakınındı vefat eden" demişti. O zaman anlamıştı ruhundaki türbülansın yüzünü de allak bullak ettiğini ve bu en hayecanlı, gülücüklü olacağını hayal ettiği günde ne idüğü belirsiz duygulara gark olduğunu. Hiç affetmeyecekti. Çık... Nasıl affetmesindi ki annesiydi o , O öyleydi.. Değerleri vardı, değerli değerleri. Prensipli kadındı neme lazım..

Yeni Yılın 17. Yaşı Kursağında Kalan Yavrusu

 Erdal Eren'in Son Fotoğrafları
 Sonsuzluğa Taşıyan:Savaş Ay

YAVRUM

17. Güne denk gelmiş “yavrum. “ Yavru, yaş, on yedi bende hep Erdal Eren’e demirli. Acısı, tortusu, yangını yüreğimde her daim, külü yok küllenmeyen yangın bu, savrulan kül de yok; közler, kıvılcımlar var, savruldukları yeri kavuran. Bu dünyada bana bu reva, vebali netekimlerin boynuna iki cihanda.
Katip arzuhalim yaz yare böyle..
Son bakışa yakılan şarkılar, son bakışı sonsuzluğa taşıyan fotoğraf...
Buluştular üçü de arafta...
Yazılan geliyor sağ olan başa evet elbet de; kulun zalimliği de pek fena...
Asmayaydı da besleyeydi kifayetsiz muhterisler; çoluk çocuğa karışmış olurdu zaar.. Kız, erkek fark etmez adını Deniz koyduğu, kederi O’nda saklı. Böyle acısı hepimizde saklı. En çok da anacığında. Nasıl bir acıdır bu Allah’ım. İlk "Gülünün Solduğu Akşam’ı" okurken hissetmiştim. Emrem yoktu o zamanlar tabii. Kardeşlerimi Deniz, Yusuf sayarak... Yandırmıştı acıları yüreğimi, yırtmak isteyerek acı dolu sayfaları salya, sümük.. Sayfaları yırtsam geri gelecekler, ilmik boğazlarından geçmeyecek sanki. İnsanlığımdan utanmıştım, bir zamanlar maruz kalarak öğretildiğim yakın tarih zırvalarından tiksinerek...
Kardeşlerime sarılmış, öpmüş, koklamıştım herbir sayfada daha yoğun, kemiklerini kırasıya.
Şimdiyse Hazinem’i... Hele de cumartesileri..




Yeni Yılın 15. Kelimesi: Mutlaka



Mutlaka var, mutlak surette var, hep var... Doğum kadar sahi, gerçek, doğum kadar yoğun. Gelen tatmadan gidemiyor, yok ben kalayım almayayım da diyemiyor, gidiyor mecbur vakti gelen...
Emir’in anneannesinin cenaze namazı kılındı Kzıltoprak Camii'nde bu gün. Emir’in anneannesi... Benim anneannem on iki yaşımın buz şubatında gitti. Emir vardır nereden baksan kırk dokuz-elli...
En çok, annemden bile çok severdi anneannem beni, küçük aklımla inanır, bilirdim, böyleydi. Altmışında mıydı, altmış beşinde mi gittiğinde, hatırlamıyorum. Bilmiyordum ki yaşını(kendi biliyor muydu ki) hâlâ da bilmiyorum. Emir’in anneannesi doksan beşinde gitti. Çekmeden, çektirmeden, torununun çocuğunu öptü, kokladı, kâmını aldı şu yalan dünyanın da gitti. Dilerim; dileyen herkese nasib olsun.
Benimki; anlatılanlara bakılırsa zor yaşadı, hep zor. Kimseye yük olmadı yaşarken, sırtında taşımasına rağmen dünyayı. Ne de burnumda tütüyor şu ara...
Ölüm üzüyor elbet, gidenin yaşı ne olursa olsun. Bir kopuş var neticede, bir daha göremeyiş, koklayamayış , dokunamayış...
Üzüyor evet de; kimi ölüm üzüyor ama acıtmıyor...

Sonra, açılan örtü yüzü kara dilencinin...

Yarın gel demişti, yarın gel al paranı! Alçak... Sabahı zor ettim, uykumu getiren ne varsa yaptım, televizyon bile seyrettim olduramadım. Uykusuzluğun umut pompaladığı gözlerle çıktım evden. Oh be, nihayet... Paramı alacaktım, dört aydır uğraşıyordum, döndüm durdum peşinde, kaçtı, oyaladı, saklandı, yalan söyledi, duygularımla oynadı vermedi de vermedi gitti paramı arkadaş. Az da değil ki unutayım gitsin! Az da olsa niye unutayım canım borç borçtur, Allah Allah...
Olmasa parası da vermese, hadi neyse. Aldıklarını görseniz, benden lüks yaşıyor, vermiyor paramı. Hani demişler ya “malım seni vereyim de mi kötü olayım, vermeyeyim de mi kötü olayım!” o hesap...
Bir de alay edercesine gelip bana anlatmaz mı sevgilisine aldığı Jean Paul parfümleri, birlikte gittikleri, tavlamak adına ısmarladığı kahvaltıları, yemekleri, adalarda modalarda gezmeleri... Salak n’olucak, salak...
Kandığıma mı yanayım, uykusuz, açbiil aç oralara yollandığıma mı...
Kös kös döndüm geliyorum eve, içimden de etme bulmaya dair ne kadar beddua varsa buluyorum küfür sosuna sunuyorum evrene götürsün o şerefsize iadesiz taahhütlü. Sunturluları sıralıyor yürüyorum öfkemden esrik, bacağımı bileğimden bir el kavramasın mı... Destur bismillah, tamam, tamam geri aldım bedduaları sayın evren.
Sen de nereden çıktın be kadın? Yere bağdaş kurmuş, kucağında bebesi, önünde çaprazlama ikiye katlanmış bir örtü.
-Allah rızası için, n’olur, şu yavruma acıyın, dilenci değilim, işsiz kaldım, ekmek param yok, evime dönecek param yok, hiç olmazsa bir yol parası Allah rızası için, Allah ne muradınız varsa versin!
Cebime attım elimi üç madeni, bir kâğıt... Hepitopu on üç lira... Vermezsem, bu gece de vicdanımın obsesyonundan ayaktayım biliyorum. Tereddütle aldım iki madeniyi elime, usul usul çıkarırken cebimden, önce uğultusu, sonra savurtusu geldi rüzgârın. Bir üfürüş üfürdü ki...
Sonra, açılan örtü yüzü kara dilencinin tüm foyasını meydana çıkardı. İlahi adalete olan sonsuz güvenim bir an olsun sarsıldığı için özürler aldı soslu bedduaların yerini...

Yeni Yıla Açılan Dokuzuncu Altı Dakika


Açılan...
Bir gül gibi, gir kalbe gönül gibi...Cıvıma..
Kendi kendine açılan pencereden, usulca içeri girdim. Kapısı açılmıyor hâlâ kilerin. Yutmuş mu ne anahtarını; bilmiyorum diyor, söylemiyor kimseye hiçbir şey. Kimse de, kendi de çilingir çağırmıyor, anlamıyorum. Allahtan pencere cüsseme göre. Hooop.. Kalkan toz kümesinden bir huzme burnuma haappşuu... Avucumda bir anahtar, koşuyorum kapıya occamın usturası var bir şey var arkadaş. Cık...Açmadı, anlamadım.. Karanlık desem karanlık değil, aydınlık desem hiç değil odaya göz gezdirirken köşedeki sarı sandığı gördüm, bomboş odanın en dip köşesinde.. Eğildim, anahtarı yuvasına yerleştirdim kuş figürlü sandığın. Bir iki sağa sola meylettiyse de açılmadı, zorladım biraz, hafif gıcırtıyla döndü yuvada anahtar.Acıyordu canı, acıyacaktı biraz daha, sandık iyice açılana kadar.Sandım ki sandıktan çeyizlikleri çıkacak eskimiş lavanta kokulu danteller, şallar, tülbentler.