Deniz Atı

                Mücellâ içinden “Hay ben senin çenene be Şaduman,” diye geçirdi. Bir an, sadece bir an duraksamasa çıkmadan evvel, belki de o telefona hiç yakalanmayacak, merakına yenilmeyecek, eşine ithafen yazıp telefonun üzerine bıraktığı mektubu almayacak, ahizeyi hiç kaldırmayacak ve susturmanın mümkün olmadığı; evlenmemiş, müzmin bakire ortaokul arkadaşı ile konuşmak zorunda kalmayacaktı.

Şimdi al başına belayı. Şaduman’ın o kösnül, dedikodu şelalesi çenesi açılmış, hiç kapanır mı?

Suç biraz da o mektupta belki. Eşine yazdığı hani. Eş... Ne garip kelime. Sanki bir çift çorabız da... Evli çiftleri tanımlamak için başka şey bulamamışlar. “Yok tatlım, ben onun eşi değilim, şuradaki lacivert olanın eşiyim,” demek geldi içinden, Şaduman’ın uğultusu yankılanırken ahizede.

 “Canım ya, fırında tavuk yanıyor,” yalanını söyleyip kapamıştı telefonu kapamasına da Sadık kapıda anahtarı döndürmüş,

 “Hayatıım ben geldiim!” diye seslenmişti bile.

Sigara içtiği zamanların alışkanlığıyla mektubu pantolonunun arka cebine soktu. Bu evden, bu hayattan sadece bir yanını alıp gidecekti. Bavul, öteberi saklama hengâmesi ile uğraşmak zorunda kalmadı.

“Hoş geldin,” diyebildi. “Hoş geldin biriciğim!” derdi oysa. Bugün biriciğim çıkmadı. Yüreğinin bir yerlerinde hâlâ riya kokmayan kelimeler vardı.

“Ne güzel olmuşsun yine karıcım. Hazırlanmışsın madem, üzerimi değiştireyim, çıkalım.” 

Yutkundu, kelimeler soluğuna gömüldü. Kolay olmayacaktı. İçindeki ağırlıkla daha fazla ayakta duramadı, tarihi yarımadaya nazır salonun -en çok özleyeceği- yeşil kadife koltuğuna bıraktı bedenini. 

Bugün olmasını hiç istemezdi. Kim ister ki, dile kolay; yirmi yıl. Böyle bir gidişle üstelik.  Ama Hikmet’ten ültimatom gelmişti:

“Ya bugün ya bugün. Biletler tamam, yarın akşam. Yok hiçbir yaftada bize yer, gitmeli, başlamalıyız yeni, rolsüz hayatımıza. Daha ne kadar insanların gözlerinin içine bakarak sürdüreceğiz yalanımızı, on beş yılda otuz yıl yaşlandık, atalım artık şu sırtlarımızdaki küfeleri, bizim olmayan elbiseleri; bize de yazık, Sadık’a da herkese de,” böyle demişti önceki gün görüştüklerinde.

İronik mi demeli, trajik mi...

Okul yıllarından Sadık’ın arkadaşı Hikmet... 

Delikanlı, harbi Hikmet... 

Tanıştıkları zamanlarda kaplan görmüş ceylan misali kaçarken, sonraları ateşe yanan pervane gibi etrafında döndüğü Hikmet... 

Herkesin “birbirlerine kardeşten ileri” benzetmesi yaptığı Hikmet...

“Ne kolay oldu ki, bu olsun... Milyonda birlik bela, sektirir mi tabii ki bana isabet edecekti. İsmi de ayrı havalı. Oldum olası havalı kadındın sen kızım. Havalı, kadın, ben, sen. Asherman sendromu, peh, bir çocuk. Olsa fark eder miydi, bilmem, bugün bu mektubu yazmamış olur muydum?  Ya da ya da çocuğum olmadığı için mi böyleyim ne ondan ne bundan... Biraz ondan biraz bundan... Neyse ne... Bir de bunlara kafa yoramayacağım.”

Sadık odada üzerini değiştirirken, alelacele Hikmet’e mesaj gönderdi Mücellâ:

“Çıkamadım, karşılaştık. İsmet Baba’ya gidiyoruz, ararım!” İsmet Baba. Başka neresi olacak ki. Orada tanıştık ya, tabii ki yıldönümümüzde de oraya gideceğiz, ne gerek var başka yere, sürprizsiz hayat; garanti, cepte hayat... Beyni uğulduyordu Mücellâ’nın bir susturabilse içindeki isyanları, insanları...

Beklemeye koyuldu karmakarışık ruh ve bedeniyle derli toplu salonda.

***

Sadık bir yandan giyiniyor, bir yandan sürprizini düşünüyordu. Sevinirdi herhalde hediyeleri görünce. Neye ne zaman ne tepki vereceğini kestiremez olmuştu iyiden iyiye ama buna kesin sevinir diye düşündü.

Tanıştıkları günü hatırladı, esrik esrik gülümsedi... Çıkardığı ceketinin cebinden biletleri alıp yeni giyeceği deri montunun iç cebine koydu...                                               Giyine düşüne hazırlanmaya devam etti...

Pantolonunu. İsmet Baba’yı. İlk gençlik yıllarını. Gömleğini. Fakülteyi…

 “Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman, ay bulutluydu, yakamoz deniz...”

Göz göze geldiklerinde, Mücellâ’nın soğan kabuğu rengi saçlarının bukleleri kalbine dolanmıştı.

Mücellâ da kayıtsız kalamamıştı kalbine çam kokulu şarkılar fısıldayan bakışlara. Hızla akmıştı hayatları birbirlerinin hayatına. Şimdinin kıyılarına gelmişlerdi kâh durgun kâh dalgalı... 

Adını koyamadığı tedirgin anlar vardı ama Sadık’ın; son zamanlarda iyiden iyiye artan.  Güzel güzel sohbet ederken elini saçında gezdirmeye kalksa birden bağrış çağrış uzaklaşabiliyor, iki dakika sonra munis bir kedi edasıyla gelip dizine bırakıyordu güzel başını. 

Dolu gözleriyle özür diliyordu. Ne anlam vereceğini bilemiyor “premenopozdandır belki,” diyordu. Bazen “kadınları kim anlamış ki ben anlayayım,” klişesi yetişiyordu imdadına. Bazen de zihninin en kuytularından çıkan karanlık anılar vehmini artırıyor, yüreğini daraltıyordu. Asherman sendromu teşhisi, ardından işlerinin kötüye gitmesiyle, dipte olduğu günlerden birinde başlamış, aralıklarla iki yıl sürmüştü o Allah’ın belası ilişki. Vicdan azabı nüksediyor, beynini kemiriyordu böyle.

Belki sezmişti ya da öğrenmişti her şeyi. Yüz göz olmamak için lafını bile etmemiş ama unutamamış, eritememişti de içinde, ondandı belki karısının bu halleri. Savuşturdu kafasındakileri, salona yöneldi...

***

“Nerede kaldın be mübarek! “ diye geçirdi içinden Mücellâ.

Nihayet çıktılar evden. Bindiler arabalarına. Radyoda Dean Martin, That’s Amore çaldı yol boyu... Yol boyu hep sustular, çok sustular.

Biri yapacağı sürprizi, diğeri cebindeki mektubu ve Hikmet’i düşünüyordu.  Nereye gideceklerdi birlikte? O iş bende sen merak etme. Peki. 

            Suskunlukları lokantadaki kendileri için ayrılan yere oturuncaya dek sürdü. Garsonun “Karar verdiniz mi efendim,” demesiyle elindeki peçeteyle oynayan Mücellâ kafasını kaldırdı ve lokantanın kapısında Hikmet’i gördü. Kızaran güneşle yüzü aynı rengi aldı. Sadık, yüzünde yansıyan ışık oyunlarının karısını nasıl da güzelleştirdiğini düşündü.  Bir de onu ne kadar sevdiğini. Birer balık çorbası söylediler önden. Çorbasına tuz atmak için denizatı figürlü tuzluğu eline aldığı sırada sırf konuşmak olsun diye Sadık: 

“Denizatları çiftleşince erkek hamile kalıyor biliyor musun, çocuğu erkek doğuruyor yani...” demesiyle yüzünde sözcüklerin donması bir oldu.

Bu söz tetikledi Mücella’nın yıllarca sustuklarını. Girişin hemen önündeki masada oturan Hikmet ile bakıştılar kısacık. Usulca çıkardı mektubu, masanın üzerine koyup Sadık’a doğru itti. Eline son bir dokunmayı geçirdi içinden, vazgeçti.

            Gözlerini Sadık’ın kaşlarının altındaki iki kocaman soru işaretine baka kaçıra, “Doğru bulmasan da umarım anlarsın. Böyle olmaması için çok uğraştım, direndim. Ama ben de buyum ne yapayım,” diyebildi. Masadan kalktı Mücellâ, Hikmet de kalktı. Göz göze geldiler.

Bocaladı Hikmet de. Utandı, eline koluna dünyada yer bulamadı. 

Ne olduğunu anlamaya çalışarak, masadan kalkan ve kapıya doğru yürüyen karısını takip etti şaşkın bakışlarla Sadık; önünde zarf, cebinde Mauritius biletleri kalakaldı.

Sevdiğine doğru hamle yaptı. Mücella’nın dur diyen sol eliyle mahcubiyeti dehşetli bir hayrete dönüşen Hikmet; elinde Mauritius biletleri öylece donakaldı.

İki adam hiç anlam veremedikleri bu gidişin gölgesinin ardından öylece bakakaldı...



Yeni Yılın 24. Ninesi

Nineleri enine enine dilimleyip ahşap tabakta servis edersen suyunu bırakmaz.
Yeşim "suyun çok fazla" diyor,"fazla duygusalsın, ateşinle, toprağınla dengelemen lazım." Sinemdeki onulmaz yaralara ateş neylesin, toprak neylesin.
Ne ki, derdimin dermanı huzurlu bir dünya...
Kimsenin babasının ateşlerde yanmadığı, kimsenin yavrusunun işkencelerde, gözaltılarda kaybolmadığı, kuyulara atılmadığı,hayatlarına beyaz çizikler atılmadığı, yüreklerde kağıt çiziği sızısının her acının yıldönümünde nüksetmediği, başındaki örtüden, yüreğindeki inançtan ya da inanmamaktan sebep kişinin dışlanıp, aşağılanmadığı, yargılamadan kabullere teşne, aymazlıklarına cümle algıyı dumura uğratan, duyan kulakları utançtan kıpkırmızı eden kılıflar uydurmadığı. Cumartesileri annelerin acılarını sessiz çığlıklara gömmediği, birbirlerinin yüreğinde umut yeşerttiği.. Güneşli güzel günlere Afrikalı çocukların saflığıyla elele ubuntu felsefesini içmiş koşmadıktan sonra kar etmez cümle ateş, toprak...
Umutluydum bu gün neşeli bir şeyler çıkacaktı, iki güzel insan bileşkesine gidecektim ardı ardına oysa, sabah Hazinem'i yolcu ederken de havayı, kışı koklamış ziyadesi ile bahtiyar olmuştum oysa ki...
Kısmet, değil ki pilot ismet...
Sahi sizin hiç babanız öldü mü?

Serviliklerde



Bir inilti duydum serviliklerde,
dedim burada da ağlayan var mı?
yoksa tek başına bu kuytu yerde
eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?

gözlere inerken siyah örtüler
umardım ki, artık ölenler güler.
yoksa hayatında sevmiş ölüler
hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?
Nazım Hikmet Ran

Yeni Yılın 23. Altı Dakikası: On Beş

Hey on beşli, on beşli
Tokat yolları taşlı
On beşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı...

Yok yok... On beşlik yeni yetmelerin, taze sevdalarla yaktığı bir türkü değil. Öyle eller havaya, hop hop yandan melodisi, acıya doymuş bu toprakların paradoksu...
Savaşın, kayıpların,ruh yangınlarının, çeresizliklerin, özelinde Hediye ve Hüseyin'in hikayesi. Cepheler emerken memleketin civanlarını, daha fazla asker, daha fazla can lazım olunca; yeni bir kanun çıkarılır. 1315 doğumluları da alacaklardır artık. Hüseyin ve Hediye yeni sözlenmiştir, yaza düğün edeceklerdir. Hediye'nin ellerini kınalara banacak, sevdiğinin koynuna yuvalayacaklardır. Naçar gider Hüseyin.Gün geçer, sene geçer, gittiği yollara yazmasının oyasına işlediği yaşları akıtır Hediye... Giden dönmüyor acep ne iştir! Köylerde sadece yaşlı erkekler kaldığından dağlarda eşkıyalar türer, aman vermez köylüye bu arada. Kızlarına kötü hal gelmesinden korkar ana babası. Hediye'yi verirler dört yıl sonra altmışında bir adama. Adam da bir seneye kalmaz verir ruhunu Azrail'e. Sahipsiz kalan Hediye'yi evini basan eşkıyalar dağ bayır dolaştırıp, kirli elleriyle birbirlerine sunarlar. Hevesleri geçince de bir cami avlusuna bırakırlar pejmürde..
Bir Allah'ın kulu bakmaz yüzüne.. Yiter gider öylece...
Sekiz yıl sonra döner Hüseyin. Sorar soruşturur, kurşunlar bu kadar delmemiştir yüreğini..
Dedikodular sürmüştür Hediye'yi, ailesini memleket toprağından...
"Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden"
 Hediye'nin dilinden dökülmüş, toprağın bilgisine yazılmıştır.


Hüseyin'i de gören olmaz o saatten sonra...
Eee hadi ne duruyoruz hop hop yandan...

Bir İnsanı Anlamakla Başlayacak Her Şey


Emre iki yaşını yeni bitirmişti. Doğum sonrasında içine düştüğümü fark etmediğimden, sonrasında da üst üste travma bindirdiğimden ara ara nükseden lohusalık depresyonundan mütevellit kurtulamadığım alıp başımı gitme duygusunu dizginlemek adına, kendimi de alıp yürüyordum alabildiğine, iyi geliyordu, umut yüklüyordu, dönüyor Hazinemi kokluyor, doluyordum yeniden hayatla...

Yeni Yılın 18. Altı Dakika Geleni - Annesi -



Annesi gelmemişti, en güzel mi bilmem ama hayatının bu en önemli gününe gelmemişti. Değerlerinden sebep... Ne değerli değerlermiş ama oğlunun evlenme gününden bile önemli, oğlundan bile değerli. Değeri değersizleştirecek ne vardı ki ortada? Gelin adayı çok da istediği formatta değildi. Sevmemişti hiç, evlenmesindi onunla,olmazdı, oğluna layık değildi bla bla... İyi hoş da oğlu sevmişti, yerlere göklere koyamadığı, sen benim her şeyimsin dediği biriciğinin gözüne ışık yürütmekten de önemli olamazdı ya.
Şoke olmuştu Hasan, sevinsin mi, üzülsün mü, kızsın mı bilememiş bocalamıştı, o kadar ki müstakbel zevcesi nikah salonunun kapısının önünde girmek için anonsu beklerken” başın sağ olsun, çok mu yakınındı vefat eden" demişti. O zaman anlamıştı ruhundaki türbülansın yüzünü de allak bullak ettiğini ve bu en hayecanlı, gülücüklü olacağını hayal ettiği günde ne idüğü belirsiz duygulara gark olduğunu. Hiç affetmeyecekti. Çık... Nasıl affetmesindi ki annesiydi o , O öyleydi.. Değerleri vardı, değerli değerleri. Prensipli kadındı neme lazım..

Yeni Yılın 17. Yaşı Kursağında Kalan Yavrusu

 Erdal Eren'in Son Fotoğrafları
 Sonsuzluğa Taşıyan:Savaş Ay

YAVRUM

17. Güne denk gelmiş “yavrum. “ Yavru, yaş, on yedi bende hep Erdal Eren’e demirli. Acısı, tortusu, yangını yüreğimde her daim, külü yok küllenmeyen yangın bu, savrulan kül de yok; közler, kıvılcımlar var, savruldukları yeri kavuran. Bu dünyada bana bu reva, vebali netekimlerin boynuna iki cihanda.
Katip arzuhalim yaz yare böyle..
Son bakışa yakılan şarkılar, son bakışı sonsuzluğa taşıyan fotoğraf...
Buluştular üçü de arafta...
Yazılan geliyor sağ olan başa evet elbet de; kulun zalimliği de pek fena...
Asmayaydı da besleyeydi kifayetsiz muhterisler; çoluk çocuğa karışmış olurdu zaar.. Kız, erkek fark etmez adını Deniz koyduğu, kederi O’nda saklı. Böyle acısı hepimizde saklı. En çok da anacığında. Nasıl bir acıdır bu Allah’ım. İlk "Gülünün Solduğu Akşam’ı" okurken hissetmiştim. Emrem yoktu o zamanlar tabii. Kardeşlerimi Deniz, Yusuf sayarak... Yandırmıştı acıları yüreğimi, yırtmak isteyerek acı dolu sayfaları salya, sümük.. Sayfaları yırtsam geri gelecekler, ilmik boğazlarından geçmeyecek sanki. İnsanlığımdan utanmıştım, bir zamanlar maruz kalarak öğretildiğim yakın tarih zırvalarından tiksinerek...
Kardeşlerime sarılmış, öpmüş, koklamıştım herbir sayfada daha yoğun, kemiklerini kırasıya.
Şimdiyse Hazinem’i... Hele de cumartesileri..