Utandım Allah'ım
Kısa deri mont mu istiyorsun,
bir siyah bir de gülkurusu ya da yeşil mi olsun? Evdekiler, yetmiyor mu…
Yetiyor yetmeye de uzun eteklerin üzerine kısa montlar daha bir güzel oluyor.
Şöyle yuvarlak yaka ya da kot mont modeli…
....
Beton yükseltiye kucağında emzikli bebeğiyle oturmuş. Bebeğin
ayağında koyu pembe çorap… Yanında iki erkek çocuk ayakta yüzleri birbirine
dönük. Kalın kazaklılar, montları yok
onların da. Ama ayakkabıları var. Yakın yaşlı ya da ikizler. Dört-beş yaşlarında. Nasıl eğleniyorlar; el kızartmaca
oynuyorlar. Anneleri belki ablaları bile olabilir o kadar küçük o kadar masum
ki gözündeki hüzün de kendi de… Bir yanı yanındaki üç numara tıraşlı oğlanların
sevincine ortak bir yanı çoraplı ayaklarını ovalayarak ısıtmaya çalıştığı bebeğinin,
yarının derdinde. Suriyeli oldukları kuvvetle muhtemel, bu başkalarının
vatanında kaygılı belki. Belki mi… Yok canıım. Uzun eteğinin üstüne giyeceği
kısa montları yok ya ondandır… Sığamadığından şikâyet ettiği cüzdanları,
çantaları da…
Jill Sander çanta mı istiyorsun,
Valentino, Bottega Venetta…
Al tabii lazım…
Sonra da depresyona gir;
olmayanlarına üzül, nimetlerine şükredeceğine dertlen, öfke biriktir “dedi demedi”den sebep,
höykür şımarıkça. Betonun üstünde, sadece sırtını örtmeye yetecek büyüklükte
bir battaniyeye sarılı bebeğinin ayakkabısız ayaklarını avuçlarının içinde
ısıtmaya çalışan, belirsizliğin kederinden sararmış gözlü bu yarı yaşındaki
kadın kadar olama.
Depresyon lüksü de yok tabii
onun.
Bir türlü barışamadığın hatalarından, eksiklerinden sebep, hatasız olmaya öykünerek tanrıcılık sendromuna düçar "ben bozdum bu ruhumu, şimdi siz tamir
edin hadi" diyebileceği bir Reyhan’ı da yok. Yanında iki mutlu-umarsız oğlan, kucakta
ayakkabısız bebek... ayakta… sahi ayağında ne vardı? Eteği mi örtmüştü
ayaklarını, utancın mı bulutlandırmıştı gözünü…
Jill Sander çanta mı istiyorsun…
Al tabii, lazım…
Utandım Allah’ım…
Anladım Allah’ım.
Okuduğum kitabın (Romanov
Komplosu-Glenn Meade) arka sayfasına yazdıklarım. Tarih belirtmemişim. İstanbul’un
bu kış karşıladığı ilk soğuk gün. Kasım başı ya da ekim sonu. Salı günüydü,
bundan eminim. Günü de, hissettiklerimi de yazdıklarımı Word’e aktarırken anda
yaşıyormuşçasına hatırlıyorum. Bir süredir saplanageldiğim yanlış algılardan
aymama sebep insanları nasıl unuturum. Allah yardımcıları olsun.
Sabah tüm ev halkı, ileri soğuk
teknolojileri ekipmanlarını donanarak çıktılar evden. Ben de araba, vapur,
Marmaray kararsızlığını bir müddet yaşadıktan sonra, kafamda yukarıdaki ilk üç
satır cümbüş oynarken çıktım. Marmaray’a giden AVM’nin içinden geçtim,
yeraltına inen merdivenleri kullandım, yürüdüm, yerüstüne çıkan merdivenlere
yönelip de birkaç basamak çıkmıştım ki az önce yazdıklarıma gark oldum.
Yanlarına gittim, oğlanları sevdim. Bebeğin soğuk yanağına, kadının sıcak gönlüne
dokundum. Kalp sıvımın sözümü dinlemeyeceğini anladığım anda da Allah’a emanet
diyerek hızla uzaklaştım yanlarından, yüzümü görmeyecekleri şekilde oturdum
taşa. Bekledim Marmaray geldi bindim ve kalemime döktüm içimi.
Allah'ım affet bizi...
0 yorum:
Yorum Gönder