Tersine Mühendislik-Yazmak için Okumak





Yazı diye gittik hayat çıktı içinden. Hakikaten…
Kurmacaları söküyor, omurgalarına bakıyor sonra tekrar yerine takıyorken kişisel yazı serüvenine dair biriktiriyor sanıyor insan. İlerledikçe ilerledikçe bir bakıyor ki kendilik inşasına, ilkelerine de eklenmiş güzel bir şeyler.
Sarsılmış, değişmiş, dönüşmüş doğru bilinen birtakım kalıplar.
Bunca karşılaşma bile şahaneydi ya öğretmen olduğu yıllarda öğrencisi olamadığıma hayıflandım. Yazsın yazmasın öğrenmeye meyyal, kendi ile meselesi olan herkesin rahle-i tedrisatından geçmesini isterim Beliz hanımın.
Öyle yenilenmiş, öyle güzel hissediyorum ki.
“Kimse dünyada ne kadar vakti kaldığını bilmiyor. Bir bilgi biriktirdim ve onu birilerine emanet etmekten çok hoşlanıyorum.” diyor konuşmasının bir yerinde ve bu emaneti nasıl duru, bir şey demezmiş gibi bırakıyor insanın dimağına.
Kimi eserler için kullanılır ya “sehl-i mümteni” o kabilden…

Şimdi iyice bir sindirme, hayata nakşetme zamanı emanetlerini.

Özetle mealen:
“…
Vicdan basbayağı yeniden her bağlamda bir doğruyu bir daha sınamak demek. Kişisel adalet demek zaten vicdan, eğitim ve zekaya ihtiyacı var. Muhakeme her seferinde bir daha çalıştırılmak durumunda. Her seferinde bağlama göre karar vermek durumundayım ve bu da vicdanı yaşatıyor sürekli çalıştırıyor; çalışmayan organlar söner, körelir. İşte kurmacanın yaptığı; evrenseli soyuyor kurmaca, bağlamın içinde her seferinde bir daha sınıyor. Ve biz oradan bir şey öğreniyoruz. Bir daha sınayarak öğrendiğimizi sindiriyoruz. (Sefiller, Anna Karenina)


“ Özgünlük, orijinallik, olmayan şeyler bence. Buradan yola çıkarak başkalarından yapılmamış kendilik aslında nasıl yoksa başka kurmacalardan yapılmamış bir kurmaca da yoktur. Peki bütün o özgünlük çılgınlığı orijinal fikirler, daha önce anlatılmamış hikâyeler... Bence öyle bir hikâye de yok. Kendi kişisel okuma dağarımızı referans alarak iddia ediyoruz, orijinalliği test imkânımız kendi dağarımızla sınırlı. Bir başka yerde bir başka zamanda o hikâyenin anlatılmadığını bilmemiz mümkün değil. Dolayısı ile bu türden bir şeyler, temenni olabilir iddiadan öte. Bunu bir kez kabul ettiğimizde geriye bu hikâyenin anlatılmasının arkasındaki fikir, onu biricikleştirecek olma duygusu kalıyor. Bu alçak gönüllülükle yazmaya sığınırsak özgünlük meselesi devre dışı kalır. Ve yolculuk da şahane oluyor.

Çocukluğundan beri kurmacalara maruz kalmış insanlar olarak biz okurluk, izleyicilik, kavrayıcılık deneyiminden geliyoruz…

Okurluğu hatırlamak yazmaya başlamak için son derece önemli bir araçtır…

O sıfırdan başlayan dünya taş taş dört yüz sayfada, iki saatte, on beş sayfada nasıl kuruldu ve size derdini nasıl anlattı, bunu defalarca deneyimlemiş durumdasınız…

Bir zamanlar akıllı bir akademisyen saymış. Dünyada en kaba hatlarına indirildiğinde anlatılacak otuz altı konu var zaten. Aşk, intikam, kıskançlık… Bu aynılığı rağmen her biri kendine özgü başka bir evren…

Çünkü hikâyeler her zaman arkasında konuşmak istediğimiz fikrin bahanesidir. Bir şey söylemenin bahanesi…

Özgünlük denilen şeyin aslında hikâyeyle çok da ilgisi yoktur.

Eğer niye yazdığımızı bilmezsek ne yazacağımızı nasıl bilebiliriz.

Birine göre dünyayı resimdeki perspektifle düşünecek olursak: Gerçek hayatta şeyler gözümüze görünmek için rekabet ederler, doğrusal bir perspektifle sıraya dizilmezler; önce beni gör sonra beni sonra beni diye. Resme nereden bakacağımızı söyler bize doğrusal perspektif yani batı resmi. Ressamın baktığı yerden, baktığı açıyla… O yüzden Rönesans’tan itibaren resimlerde imza var. Ressam diyor ki “bu ışıkta, bu anda bu manzaraya ben baktım, imza atmalıyım.”

Zihniyet farkıyla doğu sanatında, birine göre olmayan, birine göre tarif edilmemiş bir dünyadan söz ediyoruz. Bu dünya bize diyecek ki; kimse bakmadı, dünya birinin gözüne görünmek için poz vermedi, sıraya girmedi.

O her nasılsa öyleydi ve minyatüre hangi noktasına bakarsak bakalım bütünüyle kainatın temsilidir. Kimin nereden baktığı belli değildir minyatürde.

Sanki bir göz bakılan nesnenin etrafında müthiş bir özgürlükle dolanıyor ve hepsinin toplamından bizim için bir görüntü çıkarıyor.

Orada görülebilecek ne varsa nereden bakıldığı fikrinden bağımsız olarak onu oraya yerleştirmeye çalışıyor.

Üstelik tekil bir minyatürde birbirinden ayrı zamanlar ve mekânlar söz konusu; bu tarafında yüz yıl öncesi bu tarafında yüz yıl sonrası, burasında Bağdat, burasında İstanbul; ne mekan ayrımı ne zaman ayrımı kronolojiye ve coğrafyaya aldırmaksızın müthiş bir serbest göz ve zihin bizim için manzarayı koruyor. Manzara sözcüğünün içindeki nazarı duyuyorsunuz, bakışı.

Doğrusal perspektif bir resmin kurgusunu anlatıya çekmiş formül varken bir tarafta, bu tarafta da nedensiz ve sonuçsuz ilerleyen bir hikâye anlatma çizgisi var; batıdakine hiç benzemeyen, kendi yasasını kendi kuran. İmzasız, perspektifsiz, kapsayan." Dahasına gidip bir bakın derim.

Ezcümle kıymetli bir karşılaşma oldu benim için.

İyi ki...
#banadokunaninsanbinyaşasın

0 yorum:

Yorum Gönder