Öyle Bir Geçer Zaman ki


Öyle Bir Geçer Zaman ki

Facebook yeni çıkmıştı. Yok yanlış hatırladım, biz yeni kaydolmuştuk; o zamanlardaki pek böbürlendiğimiz tavrımızla, popüler olanı istihza ve istihkâr  hatta yetinmeyip istihfaf ettikten sonra… Başlarda sadece eski arkadaşları bulmak hasebiyle kullanırken nasıl oldu bilmem; arkadaşımla  -aynı şeyleri okur, aynı filmleri severdik- kavuklu pişekâr misali tuluat icra eder olduk. Güncel hadise mütalaaları, metinler arasılık, filmler arasılık ne istersen var. Nasıl gülüyoruz... Yazışmalarımızı takip edenler “bir şey anlamıyoruz ama çok eğleniyoruz sizi okurken,” falan diyorlar, yine gülüyoruz.  Derken Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisi başladı. Vakti, saati geldi mi alıyoruz bilgisayarları kucağa, geçiyoruz televizyonun karşısına sahne sahne kritik ediyoruz, diyaloglar alıntılıyoruz. Veriyoruz veriştiriyoruz Karolin’e, Cemile’yi yere göğe koyamıyoruz. Mete… n’apsın çocuk tam ergenken aile dağıldı… Osman… Ah Osman; kalbimizin kâğıt kesiği… Mütemadiyen yazışıyoruz. Seyreden arkadaşlar da eşanlı takip ediyorlar diziyi, uzuvlarını pay etmişler, arada yorumlarla dahil oluyorlar bölüme. Görev iştiyakıyla hercümerç olmuşuz dizi bahane artık parmağa kuvvet ne gelirse… İlk elli bölüm falan biz hikâye kokusuyla var olanlar için pek güzeldi. (Yani bizce.) Ne zaman ki başına ne gelirse gelsin öl-e-meyen Ali yaptılar, ölmeyen -adını şimdi unuttuğum- o sahtekârdan yaptılar tadı kaçtı; Bize feysbuk finalinin yolu göründü. Tadında bıraktık. Sonra feysbukun da gazozu kaçtı. Zaten hesapları da kapattık sonra, içimiz acıttı çünkü oldukları, olmadıkları şey yüzünden insanların oradan birbirlerini hizaya sokma çabaları, kanlı bıçaklı olmaları falan.. Neyse diyeceğim o değil.  
13 Mart 2020 Cuma  -varlığını sürdürmek için insan bedenini seçen bir küçük virüsten sebep-
İstanbul’a hasretimin başlangıç tarihi (O gün -iyi ki-  Mehmet’le karşıya vapurla geçmişiz, -son vapura binişimmiş, ne kadar süre ile bilmiyorum- dönüşte Arzu, Yeşim, ben çay bahçesinde -son oturmalarımızmış bir daha ne zamana kestiremiyorum- oturmuşuz. Sonra eve yürümüşüz. Rehan’ı aramışız, kısalığı tadına tat katmış buluşmamızın.) oldu.  O gün bugün evdeyiz, handiyse iki ay olmuş. Süreç temrinine hacet yok, hepimizce malum. İç çemberdeki yakınlarına virüs değmemiş her  insan kadar geçen zamana bakışım. (Bak yapma böyle; uzaklaşma konudan vira, altı dakika değil ki bu cicim. Tut zihnini biraz.) Ne diyordum. İşte bu eve kapanmalar dizi sektörünü de sekteye uğrattı. (Bu sektör-sekte hece tekrarı; bazı odakları rahatsız edebilir, beni halihazırda etmiyor.) Çekilmiş bölümler bitince çar naçar eskilere dönüldü. İyi de oldu bir nevi detoks zira bu dönüş bence. (Ay gene kaçacak bu zihin; tutun tutun zihin uçuyor.) Bir gün kanal kanal gezerken;  baktım bizim Osman ekranda. Tam da bir başka aşık tarafından, ilk aşkının büyük mimiklerle cezbedildiği sahne. 
İki üç kere seyrettim geri sararak. Lise çağlarında Zümrüt’e öykünerek başladığım şiir defterini çıkardım dolabın dibinden. 3 Temmuz 2000’e kaydettiğim Özdemir Asaf
(“Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç.
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar, 
Adına düğümlendi.
Bana yaşadığın şehirleri aç
Başka şehirleri özleyelim orada seninle.
Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar
İkimize yetmez.”)
şiirinin ardına ekledim. Yetmedi, siz de okuyun istedim. Kalbimin içindeki pek çok yere değdi çünkü. O zaman; perde:
Kız: “Osmaan sen Teksas Tommiks, Zagor okuyor musun?” 
Osman: “Okumuyorum öğretmen kızıyor onları okumaya. Ben Robinson Crusoe okuduum, Güliver’in Seyahatlerini okuduum Arzın merkezi Seyahat’i okuduuum, İki Sene Okul Tatili’ni okuduuum.” 
Öbür aşık: “Hehe iki sene okul tatili mi olurmuş be, kim yazmış o kitabı?” 
Osman: “Jüles Verne.”  
Öbür aşık: “O jüles Verne de bi şey bildiği yokmuş. Hahhahhah!” 
---
Ve Osman’ın iç sesi:
“Hayatım boyunca okudum. Okumakla kalmadım, yazdım da. Ama hayatımın hiçbir anında okuması ve yazması, Teksas Tommiks sınırının üzerine çıkmamış insanların  sahip olduğu özgüvene sahip olamadım. Bu yaman çelişki hayatımın her anında benim paçama yapıştı ve ben en iyi bildiğim konularda bile adeta tanrısal bir yüce gönüllülükle geri çekildim. Önceliği onlara verdim. Tabi bu bana duyarlı bir çocukluk, sıkıntılı bir gençlik ve dingin bir orta yaşlılık armağan etti. Pişmanlıklarla dolu bir ihtiyarlık beni beklemiyorsa eğer, iyi bir hayat sürdüğüm söylenebilir.”
Sonraki sahnede tutamıyor Osman kendini, serde sevdalık var; kara borsadan aldığı çizgi romanı derste okurken yakalanıyor ve aldığı cezayı çekerken iç ses giriyor devreye:

“… Elimde tuttuğum tebeşir tahtaya sürttükçe yazı adını verdiğimiz şekiller oluşturuyordu. O yazı benim cezamdı. Tebeşir yazdıkça ufalanıyor, toz oluyor, eriyor, küçülüyordu. Yok olması kaçınılmazdı, bunu biliyordum. Ben de biliyordum; ben yazıyordum tebeşir yazıyordu, ikimiz de eriyorduk, küçülüyorduk. O an fark edemediğim bir gerçeği yıllar sonra bugün fark ediyorum. Ben o gün yazar olmuşum aslında; hiç bitmeyen bir cezanın tebeşiri.”
İşte böyle…
Diyeceğim; öyle bir geçer zaman ki…
Şuraya bir de link bırakayım; sahibinden duymak isterseniz…




Behiye H. Malkoç
1 Mayıs 2020' de başlansa da
18 Mayıs 2020'de hitama erdi; bu yazının doğum tarihi şimdi hangisi... Rahme düştüğü an mı... Anneyle kucaklaştığı gün mü...(Ayfer Tunç'u yazıyla vedalaşamama, sürekli onu kurcalama zevki noktasında anladığım doğrudur. Tam kaydedip çıkacağım, bırakmıyor Osman; kerata...)

0 yorum:

Yorum Gönder